“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de:
Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır.”(Rum:22)
“El yâresi onulur, dil yâresi onulmaz”-Türk Atasözü
“Ay dîlberê tu menale / Feqiye Teyran êdî kal e / Nexweşekî pir bê hale”-Feqiye Teyran (*)
Bu yazının ana muhatabı, ana dili Kürtçe olmayan insanlardır diye başlamıştım ama başta ana dilini konuşamayanlar olmak üzere herkesin bir şeyler alabileceği ve keyifle okuyacağınızı umduğum bir “odyssey”e dönüştü.
“Dil’den daha çarpıcı mucize var mı?” diye sorsalar, aklıma uzun süre bir şey gelmez. Sonra da nar tanelerinin paketlenme biçimi veya bal arılarını düşünürüm belki.
Nedir dil? Düşünmek, duymak, anlamak, konuşmak, anlatmak, aktarmaktır. Tasvir etmek, kaydetmek, hatırlamaktır. Müziktir, tanışmak, sevmek, adını koymak, insan olmaktır dil; ya nedir?
Kur’an-ı Kerim “oku”, İncil “başlangıçta söz vardı” diye başlar. Adem’i, (yani insanı) diğer tüm yaratılanlardan farklı kılan özellik olarak “talim-i esma”yı söyler Kur’an. Yani varlıkları isimlendirebilmesi.
Kur’an’da beni en çok etkileyen ilgili ayet, Hucurât’ın 13. ayeti: “Ey insanlar, sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi ırklara ve halklara ayırdık. Allah yanında sizin en değerliniz, en erdemli olanınızdır.”
Tanışmak, ancak farklılar arasında olmaz mı? Farklılık değil midir tanışmayı tetikleyen, tanışanları arttıran?
Tarihten anlaşılan o ki, Allah’ın kendine bir muhatap olarak yarattığı insanın dil yeteneğine saygı duymayan cin (Şeytan), Allah’tan Adem’in çocuklarını yozlaştırma iddiasıyla kopardığı izni iyi kullanmış. İnsanlık tarihi, farklılıkları yok etmenin tarihi haline gelmiş.
İnsanlar kaç dilde küfredebilir?
1911 tarihli Britannica Asiklopedisi’ne göre dünyada 1000 ayrı dil varmış. Dünyaya yayılan Batı’nın ‘aydınlanma’sı arttıkça, bu sayı da hızla tırmanmış.
Bu konuda dünya çapındaki üniversitelerin en çok rağbet ettiği otorite, kısa adı “SIL” olan, ABD kökenli, kuruluş amacı İncil’i yaymak olan bir dilbilim enstitüsü. SIL‘ın 2009 itibariyle yayınladığı listeye göre, Dünyamızda birbirinden farklı, 6 bin 909 ayrı dil var. (Bu dillerden 2 bin 500 kadarına İncil’in tamamı veya bir kısmı tercüme edilmiş.)
Dillere de genetik olarak birbiriyle akraba kabul edilen halklar gibi aile tasnifi yapar dilbilimciler. Bilinen en meşhur dil ailesi, içinde İngilizce, Almanca ve Fransızca’nın da bulunduğu Hint-Avrupa (Indo-European) dil ailesi. Bu ailenin etkisine ve gücüne bakarak en kalabalık dil ailesi olduğunu sananlar ise yanılır. Dünyamızda, Hint-Avrupa dil ailesine resmen üye kabul edilen 200 civarında dilden çok daha fazla dil ailesi var: 250 farklı dil ailesi.
Hindistan dilleri, Hint-Aryan dilleri diye tasnif ediliyor. Hindistan’da 780 farklı dil konuşuluyor, 86 farklı alfabe ve yazım şekli var. 250 tanesi son 50 yılda yok olmuş durumda. Sadece 122 dil 10 binden fazla sayıda insan tarafından konuşuluyor.
Avrupa’da konuşulan dil sayısı 230 civarındayken, Asya’da tespit edilen ve hala konuşulan dil sayısı 2197 (iki bin yüz doksan yedi). Dünyamızın Papua-Yeni Gine denen ve toplam nüfusu 4 milyondan az olan küçücük parçasında, 832 ayrı dil konuşuluyor! Yani aynı dili konuşan ortalama insan sayısı 4500. Konuştukları diller o kadar farklı olabiliyor ki, 832 dil, 50 kadar ayrı dil ailesine mensup olarak tasnif edilmişler.
Avrupalı işgalciler (“fatihler” veya “kaşifler”) varmadan önce, Amerika kıtasında yaklaşık 300 farklı dil vardı. Bunlardan hayatta kalan 160 civarındaki dilden sadece 8 tanesi 10 binden fazla insan tarafından konuşulmaktadır. 75 tanesi ise bir avuç yaşlı insan tarafından konuşuluyor ve o yaşlılar öldüğünde, o diller de yok olacak.
ABD, 2. Dünya Savaşında, haberleşme güvenliğini sağlamak için, taktik operasyonların şifrelemesini Navajo Kızılderili dilinden inşa etmişti. “Kod Konuşanlar” olarak adlandırılan özel eğitilmiş Navajo askerlerini kullanan ABD ordusunun bugünkü şifre güvenliği ise, 15 yaşındaki Hintli bir çocuğun bilgisayarıyla her an alt edilebilecek durumdadır.
Dilbilimciler, gelecek asırda 6 bin 909 dilden en az 3 bininin tamamen yok olacağını tahmin ediyor.
Dünyadaki tek Kadın Dili ve Esperanto Meal.
10 yıl kadar önce, Çin’in Hunan Eyaleti’ne bağlı Jiangyong Dağlarında, “Nu Şu” isminde, sadece kadınlara öğretilen ve onların konuştuğu bir dil keşfedildi. Arapça gibi sağdan sola yazılan ve bilinen tek kadın dili olan bu dil, 2 bin 500 ayrı karakterden oluşuyor! Aralarında konuştuklarını erkekler anlamasın diye icat ettikleri bu dili sadece kadınlar yazıyor, işliyor, kızlarına bir sır olarak öğretiyor, şarkılarını bu dilde söyleyip, dualarını bu dilde ediyorlar ve toplumlarındaki erkeklerin yüzlerce yıl boyunca bundan haberi bile olmamış!
İcad edilen ve konuşulan dillerin en ünlüsü ve nispeten en başarılısı “Esperanto”dur. Kurgulanmış, inşa edilmiş (constructed) bir dil diyorlar Esperanto için. Mucidi, L. L. Zamenhof adında Yahudi asıllı Polonya’lı bir Doktor ve Dilbilimci. Zamenhof’un amacı, siyasal olarak nötr, öğrenmesi kolay bir dille, ulusal sınırları aşıp uluslar arasında barış ve anlamayı teşvik etmekmiş. Kısa sürede tüm Batı Üniversitelerinin ilgisini çeken çalışma, 1905’de Fransa’da “Uluslararası Esperanto Kongresi”nin toplanmasına yol açtı.
Henüz hiç bir ülke Esperanto’yu resmen kabul etmemekle birlikte, Fransız Bilimler Akademisi Esperanto’yu onaylamış, UNESCO resmen tanımış, 1985’de uluslararası STK’ların Esperanto öğrenip kullanmasında yarar görmüş, Birleşmiş Milletler tüm Dünya Turizm Endüstrisinin Esperanto’yu kullanmasını tavsiye etmiştir.
Rahmetli Humeyni, İngilizce’nin hakimiyetine karşı Esperanto öğrenmeyi savunduğu için, devrimden kısa süre sonra İran, Dünyada bir ilke imza attı ve Kur’an-ı Kerim’i Esperanto diline tercüme ettirip bastırdı. İran’ın Esperanto ilgisi kısa süre sonra, İran için “Haşhaşi Bir Paralel Örgüt” ve sapkın sayılan Bahai Tarikatı’nın Esperanto’ya yakın ilgisi keşfedilince söndü.
İran’da ana dillerinde eğitim hakkı isteyen ve İran Devleti’nin yüzleşmek istemediği bir Esperanto azınlığı henüz oluşmadığından, bugüne dek İran’da hiç bir devlet başkanı adayı, Esperanto Meali eline alıp meydanlarda sallayamamıştır. (İran sınırları içindeki Kürt halkı ise Kürtçe meallerine Şah döneminde bile sahip olduklarından, halen düzenli olarak siyasal sözcülerinin ve aydınlarının darağacında sallandırılan cansız bedenlerine bakmaya devam etmektedirler ve bu durum bir başka yazı konusudur.)
Bugün dünyada 100 bin ila 2 milyon kişinin Esperanto’yu çeşitli düzeylerde konuştuğu, yazdığı veya okuduğu tartışmalı olarak kabul ediliyor. Öte yandan sadece 1000 (bin) civarında insan için Esperanto’nun ana dil olduğuna, yani doğumdan itibaren ebeveynleriyle Esperanto konuştuklarına inanılıyor.
Soykırımdan beterdir bir dilin ölümü.
Bir görüşe göre Batı’nın dünya egemenliği, yenilgiye uğrattığı veya işgal ettiği ülkelerin halklarının dilini değiştirmesiyle çok ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin yüzlerce yıl egemen olduğu nice ülkenin sokak isimleri ve dilleri hala yaşarken, İngiltere’nin, Fransa’nın fethettiği bir ülkenin tüm dilini, eğitim sistemini değiştirmesi çeyrek yüzyılı bulmamıştır.
Bir dilin değişmesi ve ömrü, onun yazıya dökülmesiyle çok ilgilidir. Bir toplumun tecrübesi, tarihiyle bağı, birikimi, en iyi yazıyla sağlanır. Çünkü nesiller arası telefon oyunu, her aktaranın yeniden üretmesiyle, orijinal hikayeyi çok değiştirir. Medeniyet yazıdır. Yazının temeli de alfabe.
Çanakkale’de geçilmeyen Türkiye’nin kurtarıcı yeni devleti, bin yıllık alfabeyi değiştirmeseydi, belki de bugün İslami Moda Defileleri gibi ‘kompleks’ etkinlikler kimsenin aklına gelmeyecekti. Aynı birinci yeni cumhuriyet, on binlerce köyün, kasabanın, şehrin de isimlerini değiştirerek atamız Adem’in isimlendirme yeteneğine layık olmaya(!) çalışmıştır.
Bir kelimenin sadece sesi, anlamı, bir cümledeki yeri, bir bağlama katkısı değil, bir tarihi, bir hikâyesi vardır. Bir kelime, birlikte kullanıldığı her cümleye, onu duyan her zihne işte o hikâyesinden de pek çok şey taşır.
Mesela, Şirince gibi şirin bir köyün ortaya çıkmasını sağlamış Sevan Nişanyan gibi bir adamın, (anadili Ermenice miydi acaba?) aynı zamanda ülkemizde kullanılan pek çok kelime, kavram ve deyişin köklerini de inceleyen bir sözlük yazmış olmasını düşünür ve kelimelere verdiği anlamlarla o köyün hikâyesi arasındaki bağlantıları merak ederim. Nişanyan 16 yıllık bir hapis cezasıyla mahpus, Cumhurbaşkanı 1150 odalı kaçak sarayda otururken, Turizm kartpostalı haline gelen Şirince’nin yıkılmaya çalışıldığı da aklıma gelir ve Nişanyan, “Şirince” yerine “Pastoria Vaikiki” veya “Candy Kent” gibi bir isim koysaydı, köye yine dokunurlar mıydı acaba, merak ederim.
Bir dilin ölümü, o dili konuşanların çocukları tarafından öğrenilmediğinde gerçekleşir. Ya da o dili konuşanların öğretecek çocukları kalmadığında. Bir dilin ölümü aslında tarihiyle, kültürüyle, birikimiyle, o dili daha önce konuşmuş tüm insanların duygu ve düşünceleriyle, hayalleriyle, soruları ve cevaplarıyla muazzam bir dünyanın, bir evrenin ölümü demektir.
Ana dil ana sütü, ‘başka dil gece bize’…
Ana dil, idrakimizin, anlama ve düşünme biçimimizin ana rahmidir. Orada doğar dimağımız. Ana dil, anne sütüdür.
Geçenlerde Sevgili Dostum Ayhan Geverî’nin, (http://bit.ly/malzarok) ünlü psikiyatrist Jung’un ana rahmine dönüş analizinden hareketle, ana dilin insan hayatındaki etkisi üzerine bir makalesine denk geldim. Makalede verdiği örneklerden en çarpıcısı, Muhammed Hamidullah’ın hikayesi.
Muhammed Hamidullah, Türkiye dahil pek çok ülkenin üniversitelerinde ders vermiş önemli bir hukuk ve hadis bilginidir. Aslen Pakistanlı olup, Avrupa’da yaşadığından ana dili Urduca’yı unutmuştur. Genel olarak İngilizce ve Arapça eserler veren Hamidullah, aynı zamanda 20 ayrı dil bilirdi. Fatiha Sûresi’ni Kürtçe’ye çevirmiştir. 2002 yılında, 90 yaşındayken peş peşe geçirdiği iki kalp kriziyle dokunduğu ölümden dönüp uyandığında, sadece anadilini konuşmaktadır ve bildiği diğer bütün dilleri unutmuştur.
Ünlü yazar Amin Maluf (Amin Maalouf), “Aynı anda Hristiyan olup, ana dilimin İslam’ın kutsal dili Arapça olduğu gerçeği, kimliğimi şekillendiren temel paradokslardan biridir.” demiş. Bu paradoksa işaret etmek Amin Maluf’a Avrupa’da yeni imza günleri kazandırmış olabilir belki ama, gerçekten, Aramice yani aslında Arapça’nın kuzeni bir dilde konuşan ve Ortadoğu’da doğmuş Hz. İsa’nın mesajı nasıl Avrupa’lı hale geldi acaba?
Benim ana dilim ve eşeğin gözleri
İlkokula başlamadan önce bir tek ana dilim vardı: Hint-Avrupa diller ailesinden sayılan Kürtçe. İlkokulda Türkik Dil Ailesi ile tanışacaktım. Benim için Kürtçe fazlasıyla ana bir dildi çünkü babam dünyanın en ketum adamıydı. Okuma yazması olmayan annem, bir masallar ve bilmeceler hazinesiydi. Çocukluğu ve gençliği ünlü bir Alikan Aşiret reisinin çok misafir ağırlayan kış evi ve yaz çadırında geçtiğinden, hafızası da zehir gibi olan annem, medyasız ve takvimsiz bir dünyanın tüm hikâyelerini, mitolojisini, destanlarını, şarkılarını, oyunlarını ezberlemişti. Öyle inanıyorum ki, akranlarım arasında hikaye, destan, masal, bilmece dağarcığı en zengin olan bendim. Ailem buraya sığmayacak çeşitli sebeplerden göçebe hayatı bırakıp, Türk nüfusu yoğun, Kürtlerin azınlıkta olduğu bir kasabaya taşınmıştı. O kasabada başladım ilkokula. Ve dağarcığım sıfırlandı.
Öğretmenimiz Nevide Hanım, ojeli uzun tırnakları, dizüstü eteği, kırmızı rujdan dudakları ve permalı saçlarıyla; hayatımda gördüğüm gerçekten modern ilk kadındı. Okulun ilk haftasında sınıfta Kürtçe konuşan çocuklar hemen birbirini bulmuştu. Uzaktan akrabamız bir arkadaşımın bahçelerinde eşek tımar etmiş, semerini temizlemiştik. Arkadaşım ertesi gün sınıfta benim işi gücü bırakıp, kafamı eşeğin kafasına yapıştırıp eşekle konuşmaya çalıştığımı fısıldıyordu. Ben de eşeğin gözlerini incelediğimi anlatmak için, biraz da alay edildiğime kızgınlıktan, “Corke binire, çavê kerê pir rind e lo!” (“Bir kere baksaydın, eşeğin gözleri çok güzel la!”) diye yüksek sesle mukabele ettim. Nevide Hanım’ın sesi bomba gibi patladı: “Türkçe konuşacaksın benim sınıfımda evladım!” Ne dediğinden emin değildim ama üstüme dikilmiş ve hiddetten çakmak çakmak olmuş gözlerine karşı kendimi savunmak için sesim titreyerek cümleyi tekrarladım: “Mi gut çavê kerê pir rindin”. “Ne diyorum ben?” diye ayağa fırlayıp iki adımda tepemde bitti. Annemin masallarındaki dev heyulalardan biri gibi eğilip ojeli tırnaklarıyla sol kulak mememden kavrayıp bükmeye başladı. Şaşkınlık, utanç ve acıdan gözlerimden yaş geliyordu. Titreyen sesimle tekrar “çavê kerê” demeye çalışmamla dünyamı karartan bir tokadın yüzümde patlaması bir oldu. Gözlerime fer gelip de Nevide Hanım’ı görmeye başladığımda, yüzümden çektiğim elime kulak mememden akan kanın bulaştığını fark ettim. “Git yıka yüzünü!” diye ciyaklayan Nevide Hanım’ın ne söylediğinden emin değildim ama parmağıyla işaret ettiği kapıdan koşarak çıkmamla, okulun gözden kaybolduğu kavaklığa kadar hiç durmadan koşmam kaçınılmaz oldu.
Annem beni bulduğunda ikindiyi geçmişti. Bir şey söylemeden, sessizce ama ihtimam gösterdiği belli bir tavırla eve götürdü. Evde, “ben bir daha okula gitmeyeceğim” deyince annem, “ben o öğretmenle ve müdürle konuştum, bir daha sana karışmayacak, yanlış anlamış, af diledi benden, yarın okula gideceksin” dedi.
Ertesi gün okula gittim. Onu izleyen gün de. Nevide Hanım o günden sonra beni tahtaya hiç kaldırmadı. Andımız törenlerinde askeri nizam dizilmiş akranlarımın önüne çıkıp and içirme sıram hiç gelmedi. İyi de oldu. Bana bakan bir öğretmen görünce ağzımı oynattım ama “Ey bu günümüzü yaratan Ulu Atatürk” cümlesini asla söylemedim, “varlığımı Türk varlığına armağan” etmektense, bahçedeki Atatürk büstünün burnunu ve yakasını taşlayarak kıranlardan oldum. Kimse bilmedi kimin kırdığını, eylemi üstlenenler bile oldu. Sınıfın okuma yazmayı en önce öğrenen, okulunsa en çok kitap okuyan ve Türkçesi en güzel öğrencisi oldum. Sevdiğim ilk Türkçe şarkı “Neşeli ol” diye başlıyordu. Ortaokul ve lise yıllarım boyunca da bütün öğretmenlerinin dikkatini en çok çeken, “ilke ve inkılaplar”la en çok alay eden, zavallı öğretmenlerine her türlü zorluğu çıkaran, öğretmenlerce “ukala”, “bir sen misin akıllı”, “saygısız” diye etiketlenen, en belalı öğrencilerden biri oldum.
Sonraları öğrenmiştim, ben eve gelmeyince okula giden annemin müdürün odasında Nevide Hanım’ın ağlayarak özür dilemesini sağlayan Qırıx Türkçe eylemini: “San kimsınız, benim oğlum vuracax? Hökmatsınız? Benim oğlum demiş hayvan ne güzel. San kimsınız oğlum qanı dükecek? Benım aşiret gelecek walla bu oqulu başınıza endırecek!”
Annemin sık sık tekrarladığı “benim oğlum qanını düktiniz” cümlesiyle öfkesi, sonraları oğlu en yakın arkadaşlarımdan olacak Alevi müdürümüz ve çağırdığı öğretmen hanımı fena telaşlandırmış. Akıllarına kan davası hikâyeleri geldiğinden eminim. Muhtemelen sistem dışı olmanın avantajları konusundaki ilk dersimi de o zaman aldım.
Annem 40 yaşında, “Okuma Yazma Seferberliği”nden yararlanıp benim ortaokulumda öğrendi okuma yazmayı. O gün bugündür elinden Kur’an’ı Kerim veya Amme Cüzü düşürmez. (Paradoksa gel, Amin Maluf.)
Şimdi ilkokula giden Kürt çocuklarının kulak memeleri daha talihli elbette. (Evlerinde elektrik, bazılarının elinde akıllı telefonlar var.) Abileri amcaları hayatta kalma ortalaması 4.2 yılı geçmeyen bir isyana katıldıkları için belki de. Ve şimdiki çocukların ‘abe’leri ‘ape’leri ölmeselerdi, öldürmeselerdi belki de ölenlerin ve öldürülenlerin arasından bir kaç tane daha Yunus Emre ve Feqiye Teyran çıkardı. İnşallah bu çocukların, daha sonra hayatıma giren bazı öğretmenler kadar kendilerine emanet edilen çocukları gerçekten önemseyen öğretmenleri de olur.
13 yaşıma girip evimize ilk kez elektrik geldiğinde, kasabada ulaşabildiğim her kitabı okumuştum. İnanmayacaksınız ama bir ansiklopedi, koca bir hadis külliyatı ve Dostoyevski’nin tüm kitaplarını da ortaokuldan mezun olmadan bitirmiştim. Aralarında bir tane Kürtçe kitap yoktu.
Ortaokuldayken en sevdiğim öğretmenlerimden biri, İngilizce öğretmenimiz Gülay Taşçı Hanımefendi’ydi. Türkçe öğrenince okuduğum kitapların beni taşıdığı dünyaların coşkusuyla, hırsla asılmıştım İngilizce öğrenmeye de. Gülay Hanım’ın hem en iyi öğrencisi oldum, hem de en çok başını ağrıtanı. “Bilim adamı olursun sen oğlum” dediğinde, “herkes bilim adamı olmak istiyor, kimse hoca imam olmak istemiyor, ben imam olacağım” diye karşılık vermiştim mesela. Bütün saygısızlıklarıma sabırla ve evinden kendi okuduğu İngilizce hikâye kitaplarından getirerek karşılık veren, bizim yoksul eve kadar bizzat gidip, anneme oğlunun muhakkak okuması gerektiğini söyleyerek onu gururlandıran, yazın yeğenlerine ücretli özel İngilizce dersi vermem için beni abisine işe aldıran Gülay Taşçı Hanım, bir türlü kulağımı çekmiyordu.
Kitap açlığımı teşvik eden, evlerindeki tüm kitapları bana taşıyan (hala Victor Hugo’nun Sefiller romanının 2. cildini iade etmemi bekleyen) Matematik öğretmenim Mahmut Cemal Güngör ve rahmetli Türkçe öğretmenim Ümmühan Kaya, devlet öğretmenlerinin merhamet ve gülücüklerinin sahte olduğu inancımı parçaladılar. ( Hicret ettiğim Amerika’da, Mahmut Hocamın öğrettiği matematik sayesinde çok iyi maaşlarla çok iyi işlerde çalıştım, çünkü efektif algoritmalar yazmak gibi bir yeteneğim olduğu keşfedilmişti.) Ama ortaokulun bahçesindeki Atatürk büstünü taşlayan çocukların arasında olmam hâlâ kaçınılmazdı. Mahallemizdeki caminin Kur’an Kursuna gidip, Kur’an’ı Arapçasından okuyan ilk öğrenci olmam da.
Yıllar sonra, Yahoo mühendislerine İnternet’in mevcut çalışma şeklinin anlam ve önemini anlattığım bir konferanstan sonra aldığım “that was very eloquent!” övgüsünün de her zaman minnetle dua ettiğim Gülay Taşçı Hocamın İngilizce’yi öğretme şekli sayesinde olduğundan eminim.
O üç öğretmenimden her biri birer dil, birer evren kazandırmıştı bana: İngilizce, Edebiyat ve Matematik. (“Evet Me-he-met, Matematik bir dildir!” derdi Mahmut Hocam.)
Parasız yatılı lise sınavıyla geldiğim İstanbul’un Kabataş Erkek Lisesi’nde, yatakhane ışıkları söndükten sonra, benim dualarım Kürtçe-Türkçe karışık olurdu. Zamanla sadece Türkçe ve Arapça oldular. Rüyalarımda sadece annemi gördüğümde Kürtçe konuşuyordum.
Zaman zaman düşünür dururum, ya o öğretmenlerimle bir de ana dilimde konuşabilseydim? Ya ana dilimde de kitapları olsaydı o öğretmenlerimin; dünya algım, hayat felsefem ne kadar farklı olurdu, nasıl bir yazar olurdum acaba? Şiirlerim daha şiir, daha kısa mı olurdu; makalelerim daha mı sakin?
Türkçem zayıf, zekâm değil.
Bu ülkede ana dili Kürtçe olmayanlar Kürtleri hep Türkçe, hem de genellikle bozuk, aksanlı bir Türkçeyle duydular. Bilmem hiç düşündünüz mü, konuşabilenlere, konuşamayanlar yani “dilsiz” diye sınıflandırılan insanlar sanki daha az zekiymiş, daha az şey bilirmiş gibi gelir. Mesela; İstanbul’da yaşayanlar için taşra diliyle konuşanlar hep kendilerinden aşağıda bir zeka düzeyine sahipmiş, çocukmuş, daha az olgunmuş gibi…
27 yaşımda göç ettiğim Amerika’da tanışıp evlendiğim, anne tarafından Çeroki olan ama annesinin kendi ana dilini öğretmediği hanımefendiyle bir gün aramızda şöyle bir diyalog geçti: “Sana ilginç bir şey söyleyeyim, ilk zamanlar, İngilizcem çok zayıf olduğundan söylediğin her şeyin çok zekice ve entelektüel cümlelerle dolu olduğunu sanıyordum” dedim. O da, “Ben de senin biraz zekaca geri veya cahil olduğunu sanıyordum” dedi. “İngilizcem iyileştikçe, senin zeka ve entelektüel düzeyin de iniyordu.” dedim. “İngilizcen iyileştikçe çekilmezliğin de yükseliyordu.” dedi. Gülmekten düşeyazdım.
Eski eşimle birlikte ilk arkadaş olduğum Amerikalı dostum Gary, bana Amerika’da yaşamanın nasıl olduğunu sorduğunda, “Noktasız Bir i Harfinin Maceraları başlıklı bir çocuk kitabının kahramanıymışım gibi hissediyorum.” diye cevap verir buldum kendimi.
Sonra ona uzun uzun İngiliz alfabesinde olmayan harflerimizle birlikte “ı” harfini, o sesin konuşmalarımızdaki önemini anlatmaya çalışmıştım. En çok “yumuşak g”ye şaşırmıştı Gary. Dışı ona, içi bana kafa karıştırıcı gelmişti. Ama alfabesinde “ı” ve “yumuşak g” olmayan bir halkın bireyci olması acaba daha mı mümkün diye düşünmedim de değil.
Geçen gün Sosyal Medyada dolaşan bir videoya denk geldim. İlkokul çağında bir Kürt çocuk, HDP Eş Genel Başkanı Kürt Siyasetçi Selahattin Demirtaş’ın (Selahaddin niye Selahattin oldu?) sokakta yolunu kesip “selfie” çektiriyor. “Oldu mu?” diye soruyor Demirtaş, telefonundan çektiği fotoğrafı inceleyen çocuğun cevabı “La bi dur!” oluyor. Şimdi bu cümleyi okuyan ve ana dili Türkçe olanlar muhtemelen oradaki “la” kelimesinin “lan, ulan” anlamında olduğunu düşünmüşlerdir. Halbuki o çocuk aslında Kürtçe düşünüp Türkçe söylüyor. “Ce bisekine lo” diyor aslında. Saygısızlık değil, sevgi, yoldaşlık, hatta babacanlık içeren bir kelimedir “lo”. “Lorke” gibidir “lo”, halay çekmek gibidir.
Anne hakkı
Annemin anlattığı hikâyeler arasında ikinci favorim; anasını evlendiren hayırlı evlât hikâyesiydi. (Birincisi, eşeğinin kulağında seyahat edecek kadar küçük adamın masalıdır ki, o da bir başka yazıya inşallah.) Hikâye pek ahım şahım değildi ama annemin anlatış biçimi beni ve kardeşlerimi yerlere yatırırdı gülmekten.
Kürtlerde anne hakkı neredeyse Allah’a iman kadar kutsaldır. Bir Kürd’ün en çok korktuğu şey, en çok utanacağı şey, anasının hakkını helal etmemesidir.
Eski zamanlardan bir zaman, dul anasının ölmeden önce ona hakkını helâl etmesini isteyen bir evlât, ne yaptıysa helâl etmeyen anası iyice elden ayaktan düşünce, onu sırtında gezdirir olmuş. Bir gün sırtında anasıyla kan ter içinde bir pınarın başında konakladıklarında, yaşlı bir dervişe denk gelmişler. Anasını bir gölgede serinlemeye bırakan hayırlı evlât, halinden ahvâlinden soran dervişe dert yakınmış: “Kekemin, senelerce ne istediyse yaptım, anam bana hakkını helal etmedi. Şimdi de kaç senedir sırtımda gezdiriyorum.”
Anasının dul olduğunu öğrenen derviş sormuş: “Anana evlenmek isteyip istemediğini hiç sordun mu?” Şaşırmış hayırlı evlât: “Hayır, hiç aklıma gelmedi!” “E ce birske lo!” demiş derviş, (“Bir sor bakalım la”) Hayırlı evlât hemen koşarak, duldada uyuklayan anasını uyandırıp sormuş. Annesinin gözleri parlamış: “Allah senden razı olsun evladım, âhir ömründe tek başına kalmayı kim ister? Yaslanacak bir omuzu kim istemez?” diye cevap vermiş. “Sana bir koca bulursam hakkını helâl eder misin?” diye sormuş evlât. “Bana bir koca bulursan hakkım sana bin defa helâli hoştur evlâdım!” demiş anası. Helâlliğini almanın bu kadar kolay olabildiğine bir türlü inanamayan, bir yandan da kaybettiği yıllara biraz öfkelenen hayırlı evlât, annesini kaptığı gibi sırtına atmış ve koşmaya başlamış.
“Nereye götürüyorsun beni oğlum, bu acelen ne?”
“Bildiğim biri var anacığım, o da evlenmek istiyordu ahir ömründe, bana anan evlenmek isterse ben talibim demişti vaktiyle, pek bir şeyi yok, bir mağarada yaşıyor ama iyi biridir.”
“E oğlum sen niye bunca vakit bekledin ki bana söylemeyi?”
Hayırlı evlât anasını bildiği en büyük ayı yuvası olan mağaraya götürmüş ve mağaranın karanlık diplerinde yere indirmiş.
“Kocan burada yaşıyor, sen bekle ben gidip onu bulayım, sonra imamı da alıp geleyim, nikahınızı kıyalım. Ama önce bana hakkını helâl etmeni istiyorum, senden ayrıyken ayağım sürçebilir, bir uçuruma düşebilirim” der.
“Aman Allah korusun evladım, sana tüm hakkım helâli hoş olsun, hayırla git, bul kocamla imamı, tez zamanda gelin” diye karşılık verir anası. Hayırlı evlat derin bir nefes alıp, mutlu mesut koşarak ayrılır mağaradan.
Bir süre sonra hava kararırken mağarada yaşayan ayı döner. Yuvasındaki insanın kokusunu alan ayı öfkeyle homurdanmaya başlar: “Oğloğloğloğ-oğloğloğloğ!” (Neden bilmiyorum ama annem hikâyenin burasında bu sesleri çıkartır, pek ayı sesine benzemese de bizi gülmekten kırar geçirirdi.)
Kocasının geldiğine sevinen kocakarı, kim olduğunu göremediği ayının dilinden anlamadığı homurdanmasını duyunca, “Wuuy, i li Tırka!” diye sevinir. (“Ooy, hem de Türklerdenmiş!”)
Ayı bir hamlede kocakarının yanına varır ve kükrer: “Oğloğloğloğloğ-oğloğloğloğ!”
Elleriyle kocasına dokunmaya çalışan kocakarı ayının kürkünü hissedince: “Weey, i li Kırka!” diye sevinç çığlığı atmış. (“Oooy, hem de Kürklülerden!” -zengin yani-)
Gülmelerimiz yavaşladığında annem, ayının bir pençeyle kocakarıyı hak ettiği rahata kavuşturduğunu söyleyerek bitirirdi hikâyeyi.
Şimdi bu hikâyeyle büyüyen bir çocuğun okuduğu Dedem Korkut’dan alacağı hazla, annesinden Dedem Korkut dinlemiş çocuğun alacağı hazzın aynı olacağını iddia edenler beri gelsinler de, bir “kenger” kavurmamdan yesinler.
“Kürt Doğum Kontrolü”
“Türk Silahlı Kuvvetleri”nin, PKK’nın “sivil desteğini çökertmek” iddiasıyla binlerce köy ve mezrayı yaktığı, göçe zorladığı, iki ateş arasında kalmış köylülere sorgularda dışkı yedirdiği 80’li veya 90’lı yıllarda, bir kasabaya doğum kontrol kampanyası çerçevesinde gelen uzmanlar, kadınlardan toplayabildiklerine doğum kontrolünün hikmetlerini anlattıktan sonra çok çocuklu ama hala genç olanları doğum kontrolü amacıyla spiral taktırmaya ikna ederler. (Bu hikâyeyi farklı kaynaklardan değişik versiyonlarda dinlemiştim. Ama anlatıcıların hepsi anlatırken söze, “Kürt Doğum Kontrolü için gelen devlet” diye başlarlardı. Kampanyanın adı, “Kürt Doğumu Kontrolü” olarak kalmıştır.)
Spiral takılan kadınlardan biri evine dönüp akşam gelen kocasına olan biteni anlattığında, kocasının tepkisi, tipik Kürt paranoyasıyla karısının kulağına şu cümleleri fısıldamak olmuş: “Haaaaa, onlar dinleme cihazı takmışlar, ben biliyorum!”
Karısına yine fısıltıyla, “Sen şimdi şalvarını çıkar, şöyle uzan, bacaklarını aç bakalım” talimatını veren koca, karısı hazır olunca, bacaklarının arasına doğru eğilerek, eliyle mikrofon test eder gibi dokunduktan sonra, önce bir “Püff! Püff!” yapmış, sonra da yüksek sesle ve Türkçe şöyle demiş: “Nee Mutlii Türkim diyanaa!”
“Hain, Şeriatçı, Gerici, Yobaz, Tarikatçı, İslamcı… Batman’lı.”
22 yaşımda yazdığım ilk romanımın kahramanı kendini tanıtırken her sınıflandırmayı, her etiketi sıralar, sadece Kürt olduğunu söylemez ve Batman’lı olduğunu söylemekle yetinir. Bunu kasıtlı yaptığımı, okuyucuların keşfetmesini istediğimi söylemek isterdim şimdi…
Galiba bir Kürt olarak “biz mağdur Kürtler” duygumun zirvesi, Batman’lı bir İslamcı arkadaşımın sayesinde Feqiye Teyran’ı keşfettiğim gün oldu. Arap alfabesiyle basılmış Kürtçe şiirlerin yer aldığı fotokopi sayfalarından, en az Yunus Emre kadar muhteşem bir şairle karşı karşıya olduğumu anlamış ve “böyle bir şairi bizden nasıl çaldılar!” diye haykırıp, ilk fırsatta soluğu Diyarbakır’dan Kızıltepe’ye uzanan bir yolculukta almıştım.
Bir de Roboski var…
İngiliz Kemal ve Şizofreni
Sezai Karakoç Ağabeyin de geldiği ve meşhur “Hızır’la Kırk Saat” kitabını tamamladığı bir mekândı Beyazıt’taki “Erenler Kahvesi”. Oranın müdavimi olan yazarlar, şairler arasında en genci bendim. Orada tanıdım İngiliz Kemal’i.
İngiliz Kemal her gün Erenler’e gelen ve hiç durmadan konuşan bir meczupdu. Eski bir TSK subayıymış. Şizofreni teşhisi koyup terhis etmişlerdi. Güneydoğu’ya operasyonlar yapan subaylardan biri olduğunu da söyleyenler vardı. Asıl adı Kemal’di ama lakabı sürekli İngilizlerden bahsetmesinden geliyordu. Dinleyen olsun olmasın, makineli tüfek gibi durup dinlenmeden kendi kendine konuşurdu; sana, duvarlara, havaya. Her şeyin arakasında İngilizler vardı. İsviçre uçağını onlar düşürmüştü, Boğaz Köprüsü onların plânıydı, Humeyni bir İngiliz ajanıydı.
Bir gün İngiliz Kemal’e, avluda bir grup turistle konuşurken rastladım ve görüp, duyduklarıma inanamadım. İngiliz Kemal, mükemmel bir İngilizce’yle, tane tane konuştuğu turistlere oturduğumuz mekânın tarihini, İstanbul’daki medreseleri anlatıyordu. Arada sorulan soruları dikkatle dinliyor, cevaplıyor, onlara sorduğu sorulara aldığı cevaplarla yaşadıkları yerler hakkında etkileyici bir tarih bilgisiyle fikir yürütüyordu. Turistler hayranlık içinde ve saygıyla dinliyordu Kemal’i. Sahneyi gören kimse şizofren olduğuna inanmazdı. Heyecanla içeri girip kubbenin altında oturanlara doğru bağırdım:
“Gelin gelin, İngiliz Kemal turistlerle konuşuyor ve şizofren değil!”
“Nasıl yani?”
“İngiliz Kemal, ana dilinde şizofrenmiş abi!”
“Malam Xırab!”
İngilizce Türkçe’den son derece farklı bir dil. Şu cümleyi düşünün: “They’re burning a house in the valley.” Bu cümle mot-a-mot çeviriyle şunu diyor: “Yakıyorlar, bir evi, vadide.” Yani bu cümleyi duyan kimse önce en önemli kısmı duyuyor: Yakılma. Sonra yakılan şeyin bir ev olduğunu, sonra da evin vadide olduğunu. Oysa Türkçe’de önce vadiyi, sonra evi, sonra nihayet yakıldığını duyarız: “Vadide bir evi yakıyorlar.” Bunu anlattığım Amerikalı bir arkadaşım, “bizimki daha kullanışlı, Türkler haberi verinceye kadar ev kül olur” diye gülmüştü. Size garip gelebilir ama İngilizce cümle yapısı, Kürtçe’ye daha yakın. Önce evin yakıldığını, sonra yerini duyar bir Kürt.
Bizim köyler yakılırken ülkenin geri kalanının sessiz kalması bundandı belki.
İngilizce ve Amerikan hayatının içinde yaşamanın bir kazanımı da ülkemde bazılarını benim de beğendiğim pek çok terkibin, deyişin, şarkıların, hatta şiirlerin; İngilizce’den aynen tercüme edildiğini, aktarıldığını, Amerikan şarkılarından aynen intihal edildiklerini keşfetmek oldu. Bense, Bob Dylan, BB King, Pepsi ve Levi’s kot pantolonları sevgimin yanına, “bu sabah uyandım ve kendime bir silah aldım..” gibi şarkılar söyleyen Alabama 3 gibi müzik gruplarını da ekliyordum.
Sezai Karakoç’un 7. Oğul şiirini sık sık hatırlamama rağmen, Amerika yıllarımda düşünme biçimim çok yavaşladı gibi gelmiştir bana. Çünkü cümlenin tamamını duyduktan ve zihnimdeki tersine algılama biçiminden geçirdikten sonra tepki verebiliyordum. Ana dilimi unutmaya yüz tutmamış olsaydım, belki daha hızlı düşünürdüm diye zannettiğim de olurdu. Kim bilir!
16 yılda Toplam 4 kere kısa aralıklarla gelebildiğim ülkeme ziyaretlerimden birinde, şüphesiz İnternet ve Yeni Medya endüstrisinin de katkılarıyla, ülkemdeki dil katliamının hızı ve boyutları başımı döndürmüştü. İlk şokumu, halkın özgürlük ve adalet taleplerini karşılayacağı vaadi ve Cumhuriyet tarihinin en katılımcı toplumsal koalisyonuyla iktidara gelen, kadrolarının önde gelenlerinin pek çoğuyla vaktiyle davadaş olduğumu sandığım iktidar partisinin bir türlü Kürtçe Ana Dilde Eğitim hakkını tanıyamazken, ülkeyi “Astoria”, “Historia”, “Rezidans”, “Mall” gibi tabelaların ve Amerikalılar’ın artık kurtulmaya çalıştığı ne kadar cıvık şey varsa hepsinin, “Yeni-Liberal Kapitalizm”in çöplüğü haline getirmiş olduğunu gördüğümde yaşadım.
Gündelik hayatta en çok dikkatimi çeken yeni deyişlerden biri de “dönüş yapmak” tabiri oldu. “Bana geri dönüş yap, geri dön”, tamamen, düpedüz ve motamot Amerikan İngilizcesinden tercüme edilmişti. Amerikalılar, “ara beni, cevap ver, karşılık ver” gibi tabirler için “getting back, get back to me” derler. Biri burada tersine bir “chicken translate” (“tavuk çevirme”) uygulamış, deyimi motamot çevirmişti. Bunu ilk yapan kimse, tokatlamak isterdim. Düşünün, “dönüş yapmak” nasıl “aramak”, “cevap vermek”, “hatırlamak” gibi tabirlerin yerini alır? “Motamotlaşmak” bu.
Evet, şimdi de ben uydurdum motamotlaşmayı.. En azından, Fransızca bir kelime olan “motamot”, “dönüş yapmak”tan daha kullanışlı. Zaten yabancı bir kelime bir durumu daha iyi karşılıyorsa , kelimeyi aynen almak daha doğal bir davranış, yetersiz kalan dile çevirmeye kalkmak değil. Tepki, görüş anlamındaki “Feedback” kelimesi de “Geri besleme” olmuş. Kürtçe’de “getting back”ın karşılığı “bersiv, bersiv dan” diye biliyorum. Bir Kürdün zihni için cevaplamanın, “dönüş” kelimesi ve ima ettiği eylemle hiç bir ilgisi yoktur. Aynı adam geri dönüşü Kürtçe’ye uygulasaydı, şöyle bir şey olurdu tabir: “arz çabuk, cephe hafif” ve tokadı kesin yerdi. Fakat asıl düşünmek istediğim şu: Onca zorunlu İngilizce yabancı dil dersleriyle varacağımız yer burası idiyse, Kürtçe’ye gölge etmeyin başka ihsan istemez demek daha mı iyi acaba?
Bir de şu var: “Dönüş yapmak” ülkemiz insanlarının düşünme biçimlerini, davranışlarını nasıl etkiledi acaba? Zekâ uyaran bir tabir mi? İnsanları birbirini aramak konusunda teşvik edici oldu mu? Kucak kucağa yaşadığınız Kürtçe’den almaya, “lavuk”tan daha değer kelimeler yok mudur? (“Lovık”: Oğlan)
Ben İnternet’i keşfettiğimde, dergim “Yerliler”deki bir yazımdan dolayı devlete ve orduya hakaretten 1 yıl hapse mahkum edilmiştim. Oysa dilbilimci Noam Chomsky’nin Türkçe’de bildiğim ikinci kitabını heyecanla bekliyordum: “Entellektüellerin Rolü”. Chomsky’yi okuduğumda, zenginlerin medya ve söylem egemenliğine karşı yoksullara sahayı eşitleme imkanı taşıdığı için İnternetin de kurdu (Kürdü değil, “kurdu”) olmaya karar verdim. Kanal 6’dan aldığım bir çekin önemli bir kısmıyla, bulabildiğim tüm teknik kitapları alıp hepsini okudum. İki yıl içinde, bu kez Ülke dergisindeki bir başka yazımdan ötürü yine devlete ve orduya hakaretten, suç tekrarı olduğu için de 6 yıl hapis istemiyle yargılandığım sırada, Perl diye bir programlama dili keşfetmiştim. O zaman tanıdığım entelektüellerin pek çoğu ise rol yapmaya devam edecekler gibi görünüyordu. (Bkz: mehmetefe.com/elestiri)
Sinema mastırı için gittiğim Amerika’da param bitip geçinme derdim baş gösterdiğinde, İngilizce’min yazarak geçinmeme yetmeyeceği, benzin pompalarının da self-servis olduğu aşikârdı. Mac Donald’s’da çalışmanın ise Coca Cola ve Hamburger istilasına karşı yaptığımız eylemlere biraz fazla doğrudan bir ihanet olacağı çok barizdi. Allah’tan o sırada Amerika’da bir dijital devrim olarak patlayan İnternet’e olan tutkum imdadıma yetişti. Programcı olarak büyük bir ajansta işe girdim. İyi HTML ve PERL biliyorsanız, İngilizce’niz kötü de olsa, maaşınız iyiydi.
Programlama dilleri, temelde insanların, bilgisayarın işlemcisiyle iletişim kurmasına yararlar. İşlemcinin diliyle yani sadece 1 ve 0 rakam/harflerinden oluşan bir dille bilgisayara “bilgi say” demek çok zor olduğundan insanların daha kolayca öğrenip diledikleri senaryoyu yazmalarını sağlamak ihtiyacından doğmuş programlama dilleri. Programlama dili, o dili işlemcinin anlayacağı binary denen kodlara çevirecek bir tercüman programa (compiler) ihtiyaç duyar. İnsanların nispeten kolayca öğrenecekleri ilk programlama dilinin Grace Hopper adında bir kadın tarafından icat edildiğini biliyor muydunuz? 1944 yılında Harvard’da bir ev büyüklüğündeki bilgisayarın ilk programcılarından olan 38 yaşındaki Hopper, kolayca okunabilen komutların bilgisayar işlemcisine tercümesini sağlayan ilk compilerin mucidi. Tüm modern programlama dilleri, Grace Hopper’in icad ettiği o programlama dili COBOL ile başlamış. Programlama dillerinin annesi Grace Hopper, ABD ordusunda amirallik rütbesine kadar yükselmiş. (Düşünün, kadınların pek anlamadığı sanılan, ceplerinizde taşıdığınız akıllı telefonlar, laptoplarınız, İnternet, her şeyini bir kadının icad ettiği dile borçlu.)
Bilgisayar dilinde vadide yakılan evin haberini vermeden önce, işlemciye kuracağı cümlenin “onlar”, “yakmak”, “ev” ve “vadi”den oluşan dört “değişken” faktörden oluşacağını, hangi koşullar altında ve koşulları, bu değişkenlerin nasıl sıralanması gerektiğini deklare etmeniz gerekiyor. Bu uzun deklarasyonu bir kere başardınız mı, bilgisayar her seferinde insan zihninin asla başaramayacağı bir hızda evi, vadiyi ya da yangını önceden belirlediğiniz uygun yere yerleştirip cümleyi yumurtlayacaktır. İstediğiniz kadar, tekrar tekrar. Tabii belirlenmemiş koşullarda, işe yaramaz bir metal yığını olarak kalacaktır.
Henüz kimse bir bilgisayara evi yananların acısını, yitirdikleri anılarının dimağlarında açacağı yarayı, vadinin bundan nasıl etkileneceğini, cümleyi okuyan veya duyanın ana dilinde “evin yansın” diye bir beddua olabileceğini anlamasını, evi yanmanın veya harap olmanın (“malam xırab”) bir Kürt için çaresizliğin de aşkın da metaforu olabileceğine duyarlı olmasını öğretemedi. Bilgisayarlar anlamazlar. Sadece programcının kodlayabildiğini yaparlar.
‘I’m a Kurdish-Man in New York!’
Bir gün Silicon Vadisi’nin San Francisco’sunda karşıdan karşıya geçmek için beklerken, ana dillerinden ve ana yurtlarından koparılıp köle gemilerinde getirilmiş insanların torunlarından, yaşlı bir Amerika’lı yanımda durdu. Nihayet uygun bir boşluk belirdiğinde hemen karşıya geçmeye teşebbüs ettim ama yaşlı adam eliyle hafifçe omzuma dokunup “Don’t!” dedi (“Yapma!”). Durdum. “Ama California trafik kuralları üstünlüğün yayalarda olduğunu söylüyor!” dedim. Yavaş yavaş, yabancı olduğumun gayet farkında bir edayla tane tane “Evet ama, sen yine de bunu yapmak istemezsin oğul. Bekle.” dedi. Zorlu bir hayatta kalma mücadelesinin çizik çizik yaptığı ihtiyar yüzüne baktım ve anladım. O kurallar, üstünlüğü beyaz yayalara verirdi, ona ve benim gibi esmer tenlilere değil. Sohbet ettik. “Şu arabalardan biri bize çarpsa, kabahat bizde olur” dedi meselâ.
Birden bana “ne için dikiliyorsun sen?” diye sorunca afalladım. “Sizin gibi karşıya geçmek için.” dedim. “Onu kastetmedim, davan, meselen nedir senin?” dedi buruk tebessümüyle. “Müslümanım” dedim. Bir süre sessizlikle karşıladı bunu, sonra yavaş yavaş Malcolm X’in “Hiç bir şey uğruna dikilmeyen adam, herhangi bir şey için yıkılacaktır” cümlesini söyledi. Gözlerime bir avuç toz kaçıverdi.
Aradan bir yıl kadar geçti, bir gece kalabalık bir otobüs durağında son otobüsü beklerken, aniden etrafımdaki herkesin panik çığlıkları atarak duraktan kaçıp yolun karşısına koşmaya başladığını fark ettim. Şaşkınlık içinde baktıkları yöne döndüğümde, bir elinde üçte biri içilmiş bir viski şişesi, diğer elinde buruşmuş bir sigara ile aynı yaşlı adamın sallana sallana durağa doğru geldiğini gördüm. Yolun karşısındaki kalabalığa dönüp “you fucking racist pigs!” (“sizi s.ktirik ırkçı domuzlar!”) diye bağırıp yaşlı adamın yaklaşmasını bekledim. Adam yanıma gelince tanımadı beni, sarhoş bir ağızla kibritim olup olmadığını sordu. Hemen cebimdeki kibrit paketini çıkarıp sigarasını yakmaya davrandım. Yolun karşısından “Noo! Stop you idiot!” sesleri geldi. (“Hayıır! Yapmasana seni geri zekalı!”) Yaşlı adam sigarasını ağzına götürmek yerine, şişesini koltuğuna sıkıştırıp kibrit paketini elimden aldı. İşte o sırada şişenin ağzından dışarı sarkan kumaş parçasını gördüm. Yaşlı adam kibriti sigarasını yakmak için değil, elindeki molotof kokteylini ateşlemek için arıyordu. Hemen eline vurup kibriti yere düşürdüm, eğilip kaptığım gibi ben de yolun karşısına kaçtım. Kalabalık derin bir nefes almış, bir kısmı ise bana gülüyordu.
Anlaşılan yaşlı adam o gece, önce bir şişe viski alıp içmeye başlamış, sonra da gömleğinden yırttığı bir parça ve elindeki şişeyle Molotof kokteyli yapıp, ahir ömründe bir yeri bombalamaya karar vermişti. Görünen o ki, neresi olduğu da umurunda değildi. Bir yeri uçurmak istiyordu sadece. Yaşlı adam yolun karşısına, yakınımızdaki bara doğru yürümeye başlayınca, biz de hurra tekrar durağa koştuk. Az sonra bardan gelen çığlıkları müteakip, yaşlı adamla aynı ırktan olduğu aşikar iki iri kıyım güvenlik görevlisinin kollarından tutup onu bardan çıkartışlarını izlediğimizde, polis sirenleri de caddeyi doldurmaya başlamıştı.
Şu anda siyasette önemli bir pozisyondaki bir arkadaşım o yıllarda Amerika’da öğrenciyken ziyaretime gelmişti. Biraz fazla Amerikan hayranı olduğunu görünce, O’na uzun uzun evsiz, aç, sefil insanların çöpe döker gibi boca edildiği köprü altlarını (her on bin kişiden 21’i), vitrinlerden ve gözlerden uzak gettoları anlatmaya çalıştım. Bir sonraki maaş çeki gelmediği takdirde, sistemin kimlik numarasından ibaret hale getirdiği insanların uçurumun dibine nasıl vurduklarını ve kurtların salınıp kuzuların bağlandığı tekelci serbest piyasasını…
Garibanların yaz geceleri uyumak için geldiği sahile hakim bir bankta oturup, pek çoğu “zenci” evsizler üzerinden güneşin batışını seyrettiğimiz o akşam, orada, Türkiye’nin büyük şehirlerinin varoşlarına savrulan ve suç, uyuşturucu, fuhuşla meşgul olan Kürt çocuklarıyla Amerika’nın “zenci” gençliği arasındaki paralellikleri hissettim. Bugün “zenciler”, Amerika’nın Kürtleri gibiydi. Tıpkı gençliğimde, başörtülülerin Türkiye’nin “zencileri” olduğu gibi.
Amerika tarihinin en büyük sistem karşıtı ve Anti-Kapitalist patlaması olan, “Wall Street’i işgal et!” sloganıyla başlayıp “bize %99 derler” pankartlarıyla devam eden “Occupy” eylemlerine neredeyse 2 milyon kişi katılmıştı. Konuşmalarda Malcolm X, cümleleri en çok alıntılanan isimler arasındaydı. Eylemler kritik sayıya ulaştığında bir sayım yapılmıştı ve çarpıcı bir sonuç elde etmiştik: Eylemlere en az destek veren kesim, Amerika’nın en çok ezilen ve 37.6 milyonla nüfusun %12.4 ünü oluşturan siyahlardı. Siyah eylemciler oranı: Yüzde 1.6.
“Occupy” eylemlerinin başlangıç günlerinde, Zuccoti Park’taki oturma eylemlerinde bir akşam konuşmacılardan biri oldum. “Buradan piramit düzeninin geleceğini çaldığı dünyanın tüm halklarına bir mesaj verelim. Yalnız değiliz!” gibi sloganlar attığım konuşmamdan sonra yanıma bir kadın geldi ve “Türkiye’liymişsiniz doğru mu?” diye sordu. “Evet” dedim. “Türkiye’nin ezilen Kürt halkı için ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Ben kürdüm, Kürtler hakkında düşünmem, boğazımı sıkarsan öfkemi tadarsın” dedim göz kırparak. Kadın görünür biçimde heyecanlandı. “NY Times için serbest çalışan bir gazeteciyim, sizinle bir söyleşi yapabilir miyiz?” dedi. “Occupy eylemleri konusunda mı?” “Hayır, Kürtler’in özgürlük mücadelesi konusunda.” dedi. “Neden?” diye sordum, “E siz Kürt değil misiniz?” dedi. “Size değilim” dedim, “size, Türk’üm.” (“To you, I’m Turkish.”)
Kadın tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Benden de aynı sessiz bakışı alınca, neden sonra “Peki, size iyi şanslar diliyorum.” deyip uzaklaştı.
Ana dilde küfür olmaz.
Küfretmek ne kadar insani bir güdü değil mi? Matematik ve programlama dilleri gibi aslında insan dillerinin çocukları olan diller dışında, insanların annelerinden öğrenip konuştuğu hangi dilde küfretmek yoktur? Peki dili annelerinden alan insanlık, küfretmeyi de mi onlardan aldı? Araştırmadım ama bana öyle geliyor ki biz küfretmeyi babalardan öğrendik. Dünyanın bütün anneleri küfreden yavrularının ağzına isot sürer. Evrensel bir medeniyet davranışıdır bu.
Bir keresinde küfretme isteğiyle öyle çatlayacak hale geldim ki, acil şeridine çekerek arabadan indim ve ayaklarım altında uzanan Los Angeles’a karşı bağırmaya başladım: “Dhokki Mhokki wenn…!” Bu çocukluğumdan kalmış, ana dilimde bir küfürdü. Malatya Kürtçesi Türkçe’nin en çok bozduğu Kürtçelerden olduğundan, (evet, yasaklanan dilin lehçeleri de ağıtları gibi çok olur), bu küfür aslında “Dayike makê we..!” deyişinin öfkeli haliydi. (“Ananıza mananıza …”). Ama aşermem geçmedi. Bu kez daha derin bir nefes alıp, ciğerlerimin tüm gücüyle Türkçe küfrettim: “Geçme Namık Kemal Köprüsü’nden ürkütürsün vakvakları! Ebenin a.na çam diktim, git topla kozalakları!” Tatmin olmuştum.
Çocuklarıma isimleri dışında kendi kültürüm ve tarihimden “eşşek sıpası”ndan öte bir şey öğretemeyişimde, ana dillerinin İngilizce olması, benim günde 12 saat çalışıyor olmamdan daha güçlü bir faktördür.
Yıllar sonra hasretine dayanamayıp döndüğüm ülkemde annemin kurduğu ilk Kürtçe cümlenin sesini, kokusunu, lezzetini, dokusunu size nasıl tarif edebilirim bilemiyorum. Belki şimdi anneniz aniden size çocukluğunuzdan beri sakladığı ve taze tutmayı başardığı en sevdiğiniz Melek Sakızı’ndan bir paket çıkartıp verse, hissedeceğiniz şeyle yaklaşabilirsiniz.
“Yabançi degilem, mevâne teme…”
Bu ülkenin Kürt olmayanları Kürtler’i ana dillerinden duymayalı, Kürtler’le gerçekten konuşmayalı asırlar oldu neredeyse. Dinlemeye ilk çalıştığında ise metni okuyan Kürt siyasetçinin okuduğu şeye ne kadar Fransız olduğunu en iyi, ana dili içinde kanayan yara olan bir Kürt anlayabilir.
Düşünsenize, ana dilde yazma işinin öncülüğünü, iki kuşaktır silahlı bir savaşın askerleri yapıyor. Devrimci Kürtler, Kemalist Türk Solunun Türkçesi gibi bir Kürtçe ürettiler. Şükür ki Nûbihar dergisi ve Ayhan Geverî gibi yazarlar da var. Hegel’in “Tinin Görüngü Bilimi” diye çevrilmiş bir kitabı var Türkçe’de. Yıllardır basılır durur. O kitabı o çeviriden okuyup net anladığını iddia edenler beri gelsin de Kemah’lı Sevgili Avukatım Yasemin Kutluğ’un bile beğendiği qaçax çayımı içsin.
Bir Kürt “Min biriye te kiriye” dediğinde bunu “özledim seni” diye çevirmek makuldür. Oysa buradaki “kiriye” ile “namaz kılmak”taki (“nimej kirin”), “kirin” aynıdır bir Kürt için. Cümlenin motamot çevirisi “Ben özlemeyi sen kıldım” olabilir mesela. Hatta, “kiriye, kirin” da bence “kılmak”tan ziyade “etmek, eylemek”tir. Mesela Kürtlerin “dua etme”diğini, “dua oku”duklarını söylesem ne farkeder sizin için?
Peki, çocukluğumda dinlediğim pek çok Kürtçe destanın (“türkü” mü deseydim yani?) ortalama bir buçuk saat sürdüğünü söylesem? Hayal etmeye çalışın, bir odada kadınlar, kızlar, erkekler yer minderlerine oturmuş, divanda saz çalan bir adamdan saatlerce süren aynı şarkıyı dinliyorlar! Her destan bir hikâye, bir efsane. Söyleyen, kafiyeli cümleleri ve müziği oracıkta icra ederdi. Ben “Memi Alan” adlı aynı destanı beş ayrı “dengbej”den dinledim. Makam aşağı yukarı benzeşiyordu ama her biri farklı kafiyeler, farklı uzunluk ve farklı ritimdeydi. Aynı destanı aynı dengbejden bir kaç kez duymuştum ve her seferinde en sevdiğim yerini farklı sözlerle söylemişti. HEPSİ GÜZELDİ! Hiç önceki daha güzeldi diyemedim. Favori dengbejim hala hayattadır: Gergerli Abuzer Aşkınses. YouTube’de onu bulduğum gün, 10 yıl aradan sonra ülkeme geldiğimde duyduğum ilk sabah ezanı kadar sarsıla sarsıla ağlamaklı olmuş, WWW için de bir kez daha Tim Berners Lee‘ye selam çakmıştım.
Son iki yıldır, 10 rüya görsem 6’sı Türkçe, 2’si İngilizce, 2’si de Kürtçe oluyor. Beki de yaşlanmayı ana rahmine dönüş süreci olarak tanımlayan Jung haklı. Yaşlanıyorum.
Birbirinin kopyası çirkin, sağır ve kalpsiz heykelleri taşlayarak büyüyen Kürt çocukları, katırlarının derin yıldız evreni gözlerine bakarak geçerler sınırları. O gözlerde gördüklerimizi duymaya ne kadar ihtiyacınız olduğunu bir bilseniz!
Anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirmeyi, annemin tabiriyle, hatırımızı, katırımızı ve çocuklarımızı kurşunlamayı bırakıp, gerçekten kulak vermeyi deneseydiniz! Hala deneyebilirsiniz. Anlayacaksınız. Birlikte geçemeyeceğimiz sınır olmadığından başlayarak…
(*) “Ey dilber sen inleme / Feqiye Teyran ihtiyar artık / Hastadır pek halsizdir”
NOT: Aşağıdaki video klibi bu yazı için hazırladım. Biz Kürtler, onca zulme rağmen, sevdik Türkçe’yi. Siz de biraz Kürtçe dinleyin.
‘Anadil’ hakkında anadilimde hikaye edilmiş en iyi metinlerden biri Mehmet Bey. Toprak kokuyor, sürgün, isyan, hayat, direnç ve ana kokuyor. İnsan olan herşey yani…
Cümlelerinizden bizi hiç bir zaman mahrum etmeyin dilerim. ‘Mızraksız İlmihal’le kendi olmak ve ‘o cümle’yi kurmak için cesaret ve umut bulmuş gençler artık büyüdü ve romanınızın da gurbetten dönmesini beklerler. Allah’ın adıyla başladığınız ve çocuklarına miras bırakabilecekleri yepyeni şiirlerinizi beklerler. Bekliyoruz…
Yazınızın en güzel yüzü anacığınıza hürmet eder, hayatınızdan Melek sakızlarının eksik olmamasını temenni ederim.
En temiz hislerimle…
Her alanda öyle bir karmaşanın içine çekildik ki değil diğer dil ve ırklardan olan insanlara, kendimiz dışında olan herkese karşı mesafeli bir tavır koyar hale geldik. İçinde “kürt” veya “türk” veya “arap” kelimeleri geçen, daha da genelleştirirsek içinde “müslüman” veya “hıristiyan” veya “yahudi” kelimelerin geçen cümlelerden, seslerden ürker olduk. Öyle bir güvensizlik ortamı yaratıldı ki orman çağımızda olduğu gibi artık her şeyi, dokunarak, alıp koklayarak tanımaya, tanımlamaya başlayacağız neredeyse.
Kürt değilim ve kürtçe bilmiyorum. Her dilden cümleyi, şiiri, şarkıyı öğrenmeye çalıştık da yanı başımızda, içimizde yaşayan insanların dillerinden bir şeyler almak, öğrenmek aklımıza gelmedi. Önemsemedik de. Bu da bizim ayıbımız olsun.
Her insanın anlayabileceği, her insana anadili gibi gelen bir yazı olmuş. Değişik dil, ırk ve dinlerden insanlar gün gelir de eğer birbirimizi seveceksek, asgari birbirimize saygı duyacaksak böylesi hançerelerden böylesi bir makamda çıkan sesler vesilesi ile olacaktır.
Doğrusu ve yanlışıyla biz İrfan’ın vicdanına güvenmiştik ve dahası özlemiştik de. Rabbim hançerenizi temiz, sesinizi gür kılsın.
Sevgili Mehmet EFE… aşağı yukarı aynı şeyleri yaşamışız. Ki, ben bunun farkında olmadan; 90’lı yılların ikinci yarısında sıkı bir okurunuzdum-halen öyleyim- Tek farkımız-ki o da şüpheli; halen aynı durumda olabiliriz- yaşadığım travmanın; onca yaşananlara, akan onca kana, yere düşen on binlerce fidana; gözaltında kaybolan binlerce suçsuz günahsız insana rağmen; bu ”vardır yoktur” tartışmasında kah beliren; kah sır olup uçan masaya rağmen öteki oluşumuzun, insan yerine konmayışımızın devam etmesi… Bir örnek; Anadolu’nun en batısındaki bir kentte, bir okulda; bir veli toplantısı-olayın bizzat şahidiyim- Velinin biri Kürtçe konuşuyor. Diğer veliler bu duruma tepki gösterip adamın niçin Türkçe konuşmadığını sorguluyorlar. Sevgili Mehmet EFE… Olay üç ay önce yaşandı ve ben hiç müdahale edemedim. Mezkur olayın yaşandığı okulda öğretmenim ve ben de eleştirilen, hakaret edilen adamla aynı dili konuşuyorum. Sıkıntıdan terledim. İnsanlığımdan, erkekliğimden, onurumdan utandım. Şakaklarımdan terler döküldü. Kendimi canhıraş bir şekilde dışarı attım. Kırk kırk beş yaşında, benimle aynı ilçeden, aynı dili konuşan ve hiçbir siyasi ideolojik yönü olmayan bir adam, yüz elli, yüz altmış kişilik tolnatıda ”Kürtçe konuşmak suç mu, Ne oluyor?” diye bağırıyordu. Tek bir cümle söylemedim, söyleyemedim. Değil mi, bu kent sosyal demokratların çoğunlukta olduğu bir kentti, değil mi; ben ömrümün yirmi yılını şu an iktidardaki partinin çizgisinde sürdürmüş, bunların başa gelmesi için mücadele vermiştim. Ben de dışlanırdım, diye korktum. Korktum ve adamı yalnız bıraktım.. Acı… Acı… Acı… Sözkonusu olan Kürtlerin ana dillerini konuşmasıysa Sosyal demokratı da, İslamcısı da, dinlisi de dinsizi de aynı oluyor. Alçaklık, zillet, başkalarını hor görmektir. Bugün; Kürtlere ”Daha ne istiyorlar” diye soran zihniyet, yıllarca ”Kürt yoktur” diyen zihniyetin çıkmaz sokaktan çıkar gibi olan versiyonudur. Özetin özeti; on dört yaşına gelen oğlum benim annemle konuştuğum dili anlıyor, konuşamıyor. On yaşındaki oğlum ise ne anlıyor, ne de konuşabiliyor. Bu durum; yani çocuğumun benim ana dilimi konuşamaması Egemen İslamcıları ne kadar rahatsız(ya da mutlu) ediyor, merak ediyorum.
Bir türk aileye kucak açan ücra bir kürt köyünde doğmuş; babası türk, anası kürt; anadilini yitirmiş bir insanım. Aslında hem kürt hem de türk’üm. Fakat bir türk gibi büyütüldüm. Sanırım mazlumun yanında olmak sebebiyle ve sayende kürtlüğüm öne çıkacak ağabey. Sevgiler…
Allah razı olsun. Çok güzel bir yazı, gözlerim doldu okuduktan sonra. Hele son cümleniz vurucu olmuş “Biz Kürtler, onca zulme rağmen, sevdik Türkçe’yi. Siz de biraz Kürtçe dinleyin.”
Keşke dinleyebilseler. Keşke dinleyebilsek.
Maalesef ben de anadilini ko-nu-şa-ma-yan ve bu acıyı herzaman yüreğinde hisseden “Kürt”lerden biriyim.
Sisteme isyan etmemek mümkün değil. İsyan ettiğinizde de Kürtçü damgası yememek! Yazıklar olsun.
sevgili mehmet efe , 1993 yılında konyada üniversite okurken, tesadüfen elime geçen mızraksız ilmihal kitabıyla tanıdım seni, önceleri ilmihal kelimesi birazcık soğuk bakmama sebep olmuştu o kitaba, ancak okumaya başladıktan sonra bitirmeden bırakamamıştım, bitirir bitirmez tekrar okuduğumu hatırlıyorum, 22 yıl sonra tekrar bir tesadüfle, edip yüksel’in verdiği bir linkle karşılaştım bu makalenle, isme hiç dikkat etmeden edip’in verdiği linkten okumaya başlayınca bu kelimelerin, cümlelerin, duyguların yabancı olmadığını hissettim, makalen ile ilgili yorumları okuyunca mehmet efe ismi gözüme çarptı, ve 1993 yılına tekrar dönüverdim o günlerde mızraksız ilmihali okurken ki duyguları hatırlayıverdim. tekrar merhaba
çok güzel bir yazı olmuş,kırıp dökmeden bir konu bu kadar güzel anlatılabilir. şimdiden diğer yazılarınızı internetten araştırmaya başladım ben bursada oturuyorum bursaya gelirseniz sizinle tanışmak isterim.
Yüreğine sağlık mehmet efe!…Yazı bittiğinde boğazım düğümlenmiş ağlamak üzereyim!..İki yıl önce annem vefat ettiğinde bu boğaz düğümlemesi olmuştu bende.Gittiğimde gözlerini yummuştu annem yani canlı haline kavuşamamıştım.İlk gördüğümde donuk ve hiçbirşey hissetmedim.Ksa bir andan sonra boğazım düğümlenmiş hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım hemde ne ağlama…Tuhaf! aynı hali yaşıyorum şu anda…Rabbim bu mazlum,düşürülmüş kürt halkına yardım etsin.Mensubu olan bizlerede başkalarına değil artık kürt halkına hizmet etmeye mahkum kılsın!…
Haklısın, duymamıştım! yaşadığım bölgelerde inşaatlarda çalışanların, hamallık yapanların dışında kulağıma çarpan Kürtçe olmamıştı. Kardeş Türküler konseri dışında da Kürtçe şarkı türkü duymamıştım. İşte tam da bu nedenle, barış içinde yaşamak istediğim insanları aslında hiç de tanımadığım gerçeğinin tuhaflığı kafama dank etti ve yola düştüm. Bu yıl Nisan ayının tamamını Antep’den Kars’a kadar, yol beni nereye götürür kimlerle tanıştırırsa diyerek bölgede geçirdim. Bilmediğim coğrafyalarla, bilmediğim kültürlerle tanıştım. Bir ay kısa bir zaman bu iş için biliyorum. Bundan sonra, eğer nasip olursa sonbaharda daha uzun kalmaya, günlük yaşamı tatmaya geleceğim. Yazı için teşekkürler… öylesine ihtiyacımız var ki birbirimizi duymaya, anlamaya, tanımaya…
Selamlar.
Bir yazida pkk ve hdp ve avanesi için yazarsanız sevinirim.devletin yerini epeydir onlar almış görünüyor.bizim zalimlerimiz onlarınkinden hayırlımı yoksa..
Mehmet Hocam;
yaşanmişlıkları,yaşanamayanları (yaşayabilecek gücümüz varken) yaşayamamak ne büyük keder! ve birde bunları anlatabilecek kelime aramak ne zor iş. bazen yaşanmışlıklar kelimeler karşisında öyle kifayetsiz ki, 1.anlatıcı bile “tamtamına bu olmasada aşağı-yukarı bu”der ve züğürt tesellisi ile yarım kalmışlıklara davem eder yani hayata. Okurdan bekler hani Kafka’nın Milana’ya dediği gibi “ne olur sana söylediklerimden daha fazlasını anla” evet Mehmet hocam daha fazlasını anlıyoruz. “tek” değil “bir” olamamanın dünya çoğrafyasında “parya” bırakılmanın acısıyla… ya o cihan devletini “LAL” bırakan zihniyete nedemeli…!
tanışmak ve daha çok tanışmak dileği ile Malatya’dan selamlar!
MehmetEfe, 90 lı yılların o protest yazılarını okurken aldığımız lezzeti tanımlarken “Birilerinin kitabın ortasından konuşması” böyle olur, diyorduk..! Yine güzel, dokunaklı, etkileyici, senin tabirinle “odise destanı” gibi olmuş.
Bu güne kadar azınlıkların sorunlarını anlamayan insanlar, bu yazıyı okuduğunda hala anlamıyorsa o kişiye insan denmez artık. Başka bir şey denir… Saygı ve sevgilerimle.
Uzun olmasına rağmen sıkılmadan, şevkle okuduğum nadir yazılardan biri daha tabi ki Mehmet EFE den. Senin gibi iyi insanlara ihtiyacımız var.
Saygi deger ve sevgili Mehmet Efe,
anneler ve ana dili icin yazdiginiz makaleyi okudum az önce. Türkce benim icin de yabanci bir dil, ama ne yazik ki en iyi konustugum dil. Almanya`da yasiyorum, Almanca ikinci iyi dilim oldu. Ana dilim oysa kürtce. Belki cocukken babalarimiz dedelerimiz rastlamistir birbirine, Elbistan Kantarma`dan geliyorum. Sevdilli bizim bahcelerin ordadir.
Bundan yirmi yil önce Almanya`ya geldim. Türkiye`de dogup büyüdügüm yerde kendimi hep cok yabanci hissettim, oraya ait degilmis gibi. Üniversiteyi bitirmistim (dis hekimiyim), yerlesip para kazanmam bekleniyordu aileden ve gayet mümkündü. Kalamadim. Yabanci bir yerde kendimi yabanci hissetmeyi tercih ettim. Bu biraz da yasarken degil sonrasinda bakarken anladigim bir gercek. Saniyordum ki, bu biraz da entellektüel bir kapris. Ta ki Sema Kaygusuz`un “Yüzünde Bir Yer” kitabinin ön sözünü okuyana kadar. O zaman gördüm ki bu bir öksüzlükmüs, ana dilinin bogazinda kalmasiymis insanin. Kendime yabanciligimda “normal” gelmeye basladim.
Iki tane cocugum var. Cocuklarimin beyinleri iyi gelissin diye babalari Almanca ögretirken (ben de bir gavurla birlestirdim hayatimi;) ben Türkce ögrettim; kürtcem az diye, onlara yeterince ögrenemedigim, az sözcügünü bildigim, kendilerine sevgimi tekrarladigim mektuplar yazamayacagim bir dil degil de, okullarda ögrendigim, kitaplar okuyabildigim bir dil vereyim diye. Yasam boyu hep bir seylerin ortasini bulmaya calisiyoruz. Cocuklarima bir dil verdim ama bu benim ana dilim degildi. Yavrularimi teselli ettigim, öpüp oksarken kullandigim sözcükler kürtce kaldi. Bari bu. Bazan kizima qurmik (böcek) diyorum. “ik” ekinin kücültme eki oldugunu düsünmeye baslamis kizim, azicik ta olsa kendisi ile konustugum kürtceden, o da bana “Qurm” diyor, büyük böcek kastederek.
Bunlari size niye yaziyorum? Yazdiklariniz taaa icime dokundu. Hani bir vadiye bagirisiniz da yankilanir sanki bir cevap gelir; ben de size cevap vermek istedim; sizi duydum demek. Belki kendim de duyulmayi, bilinmeyi istedigim icin. Yasam bu dilimizle, dilimizden öksüzlügümüzle biz gibilere bir sila oldugu icin. Selam olsun, varliginizi duyduguma cok sevindim.
Tüm iyi dileklerimi yolluyorum size ve sevdiklerinize, özellikle de Dengbej annenize.
Menekse Deprem
Sizinle oturup sohbet etmek çok güzel olurdu. Midyat’ın bir köyünde 23 yıl önce doğdum. Anlattıklarınıza benzer çok şey biriktirildi beynimde. Umarım bende bir gün yazarım. Bu yazıyı okurken her Kürt gibi benim gözümde de çok şey canllandı. Ve kesinlikle çok yerde okumayı bırakıp biraz duraksayıp çocukluğuma gittim. Sizi ilk kez bu yazı sayesinde tanıdım. Çokta memnun oldum. 🙂
Abi çok güzel olmuş, gözüme sürekli toprak kaçarak okudum. Denkbej’in 0-1 ler aracılığı ile paylaşılan 1,5 saat suren destanları kadar uzun olmuş.
Şiir kitabını hasretle bekliyorum.