Ana / Röportaj / Ezbere uymadı diye susturulan her ses, umuda darbedir

Ezbere uymadı diye susturulan her ses, umuda darbedir

Röportaj: Ayşe Olgun, Yeni Şafak

Yaw he he... :)

Seksenli yılların sonu doksanlı yılların başında Mehmet Efe’yi gazeteciliği, çıkardığı dergiler, senaryoları, yazdığı Mızraksız İlmihal romanı ve o günkü İslami gençliğin vicdanlı sesi olarak tanıyıp sevdik. 28 Şubat sürecinde ABD’ye giden ama bu gidişinin sebebini generaller değil, ‘kendi çizgisini yürümeye çalışmak’ olarak açıklayan Mehmet Efe 15 yıl sonra ezan sesini çok özlediği için Türkiye’ye geri döndü. Heyecanını hiç kaybetmemiş biri olarak karşımıza çıkan Efe ile Türkiye’yi ABD’yi, İslamcılığın dünden bugüne nasıl bir değişime uğradığını ve Mızraksız İlmihal’i konuştuk. ‘Gitmek kolay değildi, kalmak kolay değildi dönmek de kolay olmayacak’diyen Efe, kapitalizmin yok ettiği bir dünyada İslam’dan başka yol kalmadığının, dünyanın odağı haline gelmiş Müslümanların adalet ve İslamın esaslarına sadakat sorumluluklarının altını önemle çiziyor. (Ayşe OLGUN, Yeni Şafak)

15 yıl sonra geri döndüğünüzde Türkiye’de eski arkadaşlarınızı ya siyasetin içinde ya da üst bürokratlar arasında buldunuz. Onlarla birlikte hayalini kurduğunuz Türkiye size göre bugünün Türkiyesi midir? Ne dersiniz?

Ben bir Türkiye hayali kurmadım. İslam’ın tekrar çağın merkezinde olduğu, kula kulluğun kalktığı, özgürlük ve adaletle Allah’ın tüm insanlara verdiği tüm nimetlerin sorumluluğunu taşıyan bir dünya nizamının hayalini kurdum. Bu dünyaya öncülük etmenin İslam nimetiyle yaşayan ve onun bayraktarlığını yapmış milletimiz için bir sorumluluk olduğuna inandım. İnsanlar değişir, ben de değişmiş olmalıyım. Günahlarım oldu, yanlışlarım oldu. Ama bu hayale olan inancım güçlenerek devam etti. Dünyayı gözledikçe bunun bir hayal değil bir gerçek, bir zorunluluk olduğuna inancım arttı.

Neden bir zorunluluk?

Batıda başlayan aydınlanma sürecinde Tanrı’nın işini eksik bıraktığına, insanların yeryüzü cennetini kurabileceğine ve bunun batı eksenli olacağına inananların kurduğu dünya düzeni iflas ediyor. Aydınlanmanın ürettiği tüm ideolojiler, felsefeler bitti.

Rusya’nın, Çin’in, Avrupa’nın ve Amerika’nın dünyaya söyleyeceği hiçbir söz kalmamıştır. Karşımızda söz yok, teklif yok, sadece namlular var.

Amerika’nın bir sözü yok mu?

Amerika, artık ulusu olmayan, global bir finans kapital oligarşisinin, Monsanto gibi hayatımızın temel taşlarını patentlemekle meşgul şeytan şirketlerin silahlı grev kırıcısına indirgenmiştir. Çocuklarını uyuşturucu, sex ve şiddetin pençesinden kurtarmak umuduyla içinde azıcık öteki yanağını çevirmekten öteye geçen bir itiraz edici ses olduğu için Yeniden Doğma Hristiyanlığı’na ve Evangelism’e yönelen Amerikalılar, 30 milyon aktif üyesi olmakla övünen kilise kimlikli dev şirketlerin doğuşunu gördü. Bu şirketlerin, çocuklarını cahil, soru sormayan, ve Tanrı adına Tanrısız bir düzenin ve zulmün uysal askerlerine çevirdiğini görüyor. Çocuklarının sayılmaya bile lüzum görülmeyen cesetler halinde geri geldiğini görüyor. Tüketimi, gösterişi, hedonizmi, bencilliği dayatan ve hayatlarının her saniyesine egemen kültürün tüm çocuklarını, rekabet filan da etmeyen dev şirketlerin kölesi haline getirdiğini görüyor.

İslam’dan başka, insanı sadece Allah’a kulluğun özgürlüğüne çıkaracak, evrenle, toprakla barışık bir adalet ve sorumluluk bilinci ve kültürü üretecek bir toplum nizamını öngören başka hiçbir otantik din, felsefe, ideoloji yok.

İnsan ruhuna kör ve imansız Sosyalist Enternasyonal, emperyalizmin plastik Barbie bebeklerine yenilip iflas etmiştir.

İslam’a giden yolları tıkalı yalnız ruhların yöneldiği Budizm de dünyanın acılarına sağır, spritüal bir materyalizmden başka bir şey üretmedi. Hindistan’ın guruları, omurgasız, itiraz etmeyi bilmeyen, eline tutuşturulan listeleri takip eden yeni bir tür makina operatörleri kitlesi doğurdu ve bütün bir ülkeyi çok uluslu şirketler için ‘Call Centers’e çevirdi. Otomasyon maliyetinden daha ucuz iş gücüne indirgenmiş insanlar. Kısa süre önce tarihin sonunu ve liberal ekonomik sistemin kesin zaferini ilan edenler, bugün hoyratça yağmaladıkları dünyayı devam ettirmek için bir inanç toplumu doğmazsa, dünya nüfusunun beşte birini yok edip yeniden başlamak gibi alternatifler tartışmaktadır. Küba’yı boğmak çabasının bir sonucu olarak Küba’dan şeker ithalini durdurmak ve Amerikan çiftçisini hayatta tutmak için icat edilen ‘high-fructose corn syrup’ (mısır şurubu), Küba’yı yok edememiş ama geride şişmanlıktan (obeziteden) ölen bir Amerika kıtası bırakmıştır. Amerika’yı, güvenliğinin İsrail adlı vahşi karakolun güvenliğinden geçtiğine inandıranlar, İsrail’de doğan ve Arap çocukları katlederek gaspedilen evler değil, normalleşmiş bir hayat, onurlu ve adil bir hayat isteyen Yahudi çocukların, Filistin’e kurşun sıkmaktansa istifa eden Yahudi askerlerin şiirlerine sağırdır. Biz duymalıyız o şiirleri.

Yani İsrail’in de sol’un da umudu biziz…

Ortadoğu’nun yeniden işgaline medeniyetler savaşı diyenler İslam’ın son şansları olduğunu bilmiyorlar. Ulus devletleri, yerel üretim altyapılarını, yerel finans modellerini, doğal kaynakları, direniş kimliklerini kontrol, entegre ve tasfiye etmekle, her bireyi bankalara borçlu birer entegrasyon projesi haline getirmekle meşgul olan global oligarşi, ektiği fitnelerin kendisini geçtiğini, Tanrıyı oynamakla ürettiği azgınlığı dizginleyemeyeceğini, ganimet falan da toplayamayacağını göremiyor. Kör ve sağır.

Finans Kapital’in ana arterlerinden biri olan Wall Street’i işgal eden ve kendilerine ‘bize yüzde 99 derler’ diyen Amerikalı Occupy eylemcilerinde de ifadesini bulan tüm dünya halklarının yüzde 99’u bugün her zamankinden daha çok İslam’a muhtaçtır. Günde yirmi dört saat çalışıp çocuklarını doyuramayan dünya halkları, temel ihtiyaçların günde bir saat çalışmakla sağlanacağını hatırlatacak ve komşun açken tok yatma diyecek bir dil istiyor.

YEGANE UMUDUN POTANSİYELİ

Bu toprakların solcuları İslam’ın gericilik değil Dünyanın muhtaç olduğu yegane ilericilik olduğunu anlamadıkça ve Müslüman’a kin duymayı Alevilik diye pazarlayan fasit kafaları, kendi kimlikleriyle kucaklaşmakta geciktikçe, Dünyanın umudu yeniden tezahür etmekte gecikecek ve eşkıya dünyaya bir gün daha hükümdar olmaya devam edecektir. Bu topraklarda temsil ruhsatını ellerine alanları mezhep, aşiret, kafirlerin çizdiği sınırlar ve yutturduğu ezberler üzerinden maslahatlardan vazgeçmeye zorlayacak sesler yükselmedikçe, dünyanın mazlum halkları yollarını aydınlatacak ezan sesinden mahrum kalmaya devam edecektir.

Yegane umudun potansiyeli, kültürel, tarihsel dinamikleri bu coğrafyada ve bu elimizdeki tahrif edilmemiş Allah sözünde. Bu yüzden buraya odaklandı dünya. Arkamıza almaya başladığımız rüzgarı kışa çevirmek istemeleri bu yüzden. Bu yüzden bizi vasatlaşmaya, kültürsüzleşmeye ve küfretmeye, katil olmaya zorlayan filimler üretiliyor. Bu yüzden İsrail eleştirilerini anti-Semitizm diye suç sayan batı, kutsallarımıza küfretmeyi fikir özgürlüğü diyerek koruyor. Bu yüzden dünyaya nizam verdiğini zannedenler kendi iç savaşlarının arenası olarak burayı görüyorlar. Bu yüzden Amerika’da yasaklanma yoluna giren ‘Aspartame’ ve ‘Mısır Şurubu’ gibi zehirler birden bire Türkiye’nin her yerinde, çocuklarımızın sakızında, içtiğinde, yediğinde. Her birimizi takside bağlayıp taze kana, yeni tüketicilere çevirmek istiyorlar. Bu yüzden kalkınmamızın ölçütü, satın aldığımız araba ve bulaşık makineleri sayısıdır. Bu yüzden hepimizi maaşa bağlamak istiyorlar. Bu yüzden Dar’un Nedve’ye başkanlık teklif edilir.

Nasıl bir ‘biz’ görüyorsunuz? Tarihin bu çağrısına karşılık verebilecek durumda mıyız?

Burada adalet, tevazu, infak, tasadduk, ehliyet, ahde vefa, israf gibi kelimeler içerdiğinde yükselmesine tahammül edilmeyen her ses, susturulan her itiraz, budanan her taze sürgün, körleştirilen her küçük eğri kılıç, hepimizin ve tüm insanlığın umuduna atılan bir kesiktir. Etniğin, cinsiyetin, mezhebin, aşiretin üstüne çıkan ve İslam kültürünün tüm insanlığa umudunu yükselten cümleler buradan çıkmalı. Rencide edilen her Kürt, susturulan her Türk, işinden atılan her Alevi, Humeyni’nin mirasını ortak oldukları şirketler oligarşisine çeviren mollaların susturduğu her İranlı, Suriye’de ölen her Nusayri, her Şii, her Selefi, her Sünni daha güzel bir hayat için sokaklara dökülüp katledilen her Ortadoğulu için sorumluluk taşıyan cümlelerin sayısı azaldıkça, Monsanto gibi şirketlerin ürettikleri virüslerin sayısı ve piyasa payı artacaktır.

Hz Ömer yanlış yaparsa onu düzeltmeyi vazife bilmenin tarihsel dinamiklerinden gelen geleneğimize geri attırılan her adım bizi ve dünyamızı burada ve öte dünyada cehenneme daha hızlı ilerleten bir adımdır. Ezbere uymayan bir cümle kurdu diye ötekileştirilen, dışlanan, susturulan her ses, Allah’ın bu topraklara bahşettiği nimete vurulan bir darbedir.

Burada vasatlaşmakla rencide olmak arasında, aç kalmakla uyumlu olmak arasında tercihe zorlanmış her ses, tüm insanlığın kaybettiği bir sestir. Maslahatı gözetmek için örtbas edilen, ya da tahammül edilen her haksızlık, sadece kalplerimize eklenen birer kara delik değil, insanlığın umudunun temellerine atılmış bir dinamittir. Siyaset her zaman bir kirlenme sürecidir. Onu biz üretiriz, o bizi üretmemeli. Yeteneğin, bilginin, ehliyetin, emeğin, tecrübenin siyasal tarafgirlikle ölçüldüğü, yaltaklanmanın ödüllendirildiği yapılardan ancak kuşatmayan, derinliği olmayan, insandan öksüz, ötekileştiren cümleler çıkar. Yeteneğin, duygunun, bilginin, faziletin sesi kesilir. ‘Seni parmaklarımdan süt içmeye çağırıyorum karayılan karayılan’ diyen şiirler çıkmaz. O sesler çıkmazsa, yeni bir Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Nazım Hikmet, Said-i Kürdi, Kemal Tahir, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil çıkmaz. Global oligarşinin kapıkulu orta zekalı omurgasızlar çıkar.

Yani kulak vermeyi seçtiğimiz sesler bizi dönüştürür…

Ölümden sonraki bir hayata inanan insanlar mütegallibe, kibirli bir dil geliştirememeli. Sesimiz doğru çıktığında, sözümüz Kur’anla beslendiğinde ve sözümüzü hak edenler olduğumuzda daha gür bir başka ses olmayacak dünyada.

Yarınından umutsuz her Yunanlı anne, her Ermeni anne, her Kuzey Amerika’lı, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı çocuk, çukura kaçmış gözlerini dikmiş bize bakıyor. Yetiştirdikleri mahsulleri Amerikan şirketlerince toplandıktan sonra yalınayak geride kalan döküntüleri toplayıp karınlarını doyurmaya çalışan Latin Amerikalı çocuklar bize bakıyor. Tüm dünyaya seslenen cümleler kurmak zorunda olduğumuza artık daha çok inanıyorum. O çocukların okuyacağı şiirler yazmayan her şair, insanlığın umudunu boş vadilerde harcamıştır.

Türkiye ve İslam ikliminin tüm mezhepleri, felsefeleri, cemaatleri, etnikleri, özgürlük, adalet ve sorumluluğun yeni türkülerini söyleyecek kültürel hazinelere, direniş ve öncülük imkanlarına sahiptir. Burası, benim için ‘beni hor görme gardaşım’ diye başlayan, aynı vardan var olmuşuz diyen şu Müslüman türkünün memleketidir:

‘Ne var ise sende bende / Aynı varlık her bedende / Yarın mezere girende / Sen toksun da ben aç mıyım?

Topraktandır cümle beden / Nefsini öldür ölmeden / Böyle emretmiş yaradan / Sen kalemsin ben uç muyum?’

15 yıl sonra Türkiye’ye dönme kararını size ne aldırdı?

Hasret. Derin hasret, derin hasretler ülkesine. Yıllardır dönmek niyetindeydim zaten. İnsan değişen, adapte olan bir varlık. Ülkemden, insanlarımdan, ailemden, dilimden uzağa gitmiş olmanın üstüme çullanan pek çok zorluğuyla bir şekilde baş etmeyi nasip etti Allah ama Amerika’da Ramazan ayı geçirmek zorunda kalmakla baş etmeye çalışmak hep en zoruydu. 15 yıl içinde askerliğimi yapmak için geldiğim 2008 yılını saymazsak, toplam 4 kez gelebildim. Bu yıl Ramazan’ı İstanbul’da geçirmek için çok uğraştım ama nasip olmadı.

Sonra?

Telefonuma yüklediğim bir imsakiye ve kıble programı vardı. Mısırlı bir kaç yazılımcının ürettiği. Düşük kalitede kaydedilmiş ve sıkıştırılmış, tatsız bir ezan okuyordu namaz vakitlerinde. Bir sıla-i rahim sırasında Sevgili Ağabeyim Kenan Yabanigül’ün hediye ettiği ‘Beş Ezan ve Sala’ adlı bir CD vardı elimde. Çok güzel İstanbul ezanlarıyla dolu. Kendimi günlerce uğraşıp o imsakiye programını o CD’den ezanları çalsın diye yeniden programlamakla uğraşır buldum. Programın seçeneği yoktu, günlerce ‘reverse engineering’ (galiba Türkçe’de ‘tersine mühendislik’ deniyor) yapmakla uğraşıp programı Türkiye’den ezanlar okur hale getirdim. Halbuki çok daha pratik ve kısa süren yollarla aynı sonuca ulaşabilirdim. Birlikte çalıştığımız Amerikalı bir yazar arkadaşıma anlattım bunu. O da duruma çözülecek bir problem olarak yaklaşmadığımı, asıl çözümün dönüş tarihi olmayan bir İstanbul biletinde yattığını söyledi. Epeydir yazdığım, kurguladığım ve illa ki ülkemde yapmanın hayallerini kurduğum bir sürü projem var. Yazmak istediğim iki de kitap. Onları da koltuğumun altına alıp geldim. Henüz dönmüş saymıyorum kendimi. Ama ilk kez dönüş biletimi almadan, ülkeme tamamen dönmek niyetiyle geldim.

28 şubat sürecinde yazdığınız bir yazı sonrasında DGM’de yargılandığınızı ve o karışık dönemde Amerika’ya gitme kararı aldığınızı biliyoruz. Gitme kararı mı kolaydı geri dönme kararı mı?

28 Şubat’dan çok önce gurbete çıkma hazırlıklarına başlamıştım ben. Ezel Erverdi Ağabeyimizin teklif ve desteğiyle kurucusu olduğum haftalık Ülke dergisinde yayınlanan yazımdan ötürü yargılanıyordum. Aynı suçtan tekrar yargılandığım için ağırlaştırılmış cezayı ve tutuklanmam halinde Yerliler dergisi davasından infaz edilmemiş cezamın da eklenmesiyle yaklaşık 7 yıl hapis yatma ihtimaliyle karşı karşıyaydım.

Bu arada mahallemiz Kemalist Oligarşiye ciddi geri adımlar attırmaya başlamıştı. Fakat siyasetteki mevzi kazanımlar ve görece zaferler, kuşatıcılıktan uzaklaşan, ötekileştiren bir dil ve davranış biçimi üretiyordu. Sadece biz ve diğerleri değil, İslamcılar içinde de esası iğdiş edici kümeleşmeler, kamplaşmalar mevziler üzerinden rekabete tutuşmuştu. Bu, mahallemizde sevgisiz, saygısız, hırslı, kıskanç, farklılığa tahammül etmeyen, çok soru soranı dışlayan, tahammülü zor bir vasatı dayatan bir kültürün egemenliğini kuruyordu. Mesela benim bile kendimden şüphe etmeme neden olacak yalanlar iftiralar üretiliyordu hakkımda. Bir şebekenin adamı değilseniz, işiniz çok zordu. Gitmeden önce yazdığım son yazılarımı okuyanlar hatırlayacaklardır. Ekim 1996’da Bursa Milli Gençlik Vakfı’nda ‘Sürgünlerini Budayan Çınar’ başlıklı bir konuşmada, böyle giderse, kavgamızın, dünyaya nizam verdiğine inanan katiller ve açgözlüler egemenliğini yeşile boyayan bir yozlaşmaya dönüşeceği tehlikesinden söz ettiğimi hatırlıyorum. Dava Refahyol hükümetinin Adalet Bakanlığı’nın izniyle açılmıştı. Geriye dönüp mahkeme salonuna baktığımda bomboştu. Kendi kurduğum gazete bile duruşmaları izleyen bir muhabir yollamamıştı.

Yani gitme sebebiniz generaller değildi, çevrenize bir kırgınlık içindeydiniz. Gitmeden önce yayınladığınız ‘Amerikan Elçisi Meclis Başkanı Olsun!’ başlıklı bir yazınızda şöyle demişsiniz: ‘Bana bu kadar keskin olma diyorsun. Biraz uyumlu ol, biraz dolaylı, biraz akıllı ol diyorsun. Bir şebekeye dahil ol.’?

Evet, o gitmeden önce yayınladığım son yazıdır ve 28 Şubat’dan epey öncedir. Tesadüf mü tevafuk mu öyle oldu işte. Kader. 28 Şubat başladığında ben yolculuk hazırlıklarımı tamamlamıştım bile. Ben çizgimi yürümeye çalışıyordum. Radyo-Televizyon-Sinema fakültesini bitirmiştim, Çekoslovakya’nın Prag Sinema Okulu’na sinema öğrenciliğine gitmeye ve kesinlikle hapse girmemeye karar verdim. Tutuklama çıkması olasılığına karşı hazırlanıyordum. Aynı maddeden hüküm giyen Çetin Altan bana savunmamı 159/1 ceza maddesinin Anayasaya aykırı olduğu iddiası üzerine bina etmem halinde kanunu korumak için davayı düşürecekleri fikrini verdi. Öyle de oldu. O sıralar İnternet’i keşfetmiştim, dijital teknolojilerin globalizasyona karşı yerel direnişleri buluşturma ve zemini eşitleme potansiyeli beni çok heyecanlandırıyordu. İnternet’te başlattığım Global Manipulasyonlar adlı bir tartışma grubum vardı. Guruba dünyanın her yerinden insanlar gelip tartışıyordu. Hatta Fundamentalizmi tartıştığımız hafta Noam Chomsky de gelmişti. Orada tanıştığım ve kendilerine Şairler Sirki diyen Amerikalı bir grupla başlayan tartışmalarımız arkadaşlığa dönüştü, onların iknasıyla, Sinema ve İnternet için Prag yerine Amerika’ya gitmeye karar verdim. Gitmek kolay değildi, kalmak kolay değildi, dönmek de kolay olacağa benzemiyor.

Peki bazıları sizin bu kararınızı ’28 Şubat’da kalıp direnmek yerine kaçtı’diye ifade ederse cevabınız ne olur?

Evet, Sevgili Mustafa Şahin Ağabeyimin tabiriyle ‘Google Entellektüelleri’, arkamdan benzeri şeyler yazmışlar. Buna cevap vermeyi zül sayarım. Zaten kavgayı da direnişi de başörtülü kızlar verdiler, hala da haklarını alabilmiş değiller. Direniş benim kalmama muhtaç idiyse, eyvah eyvah eyvallah…

28 şubat sürecinde yaşananlar hayatınızı nasıl etkiledi?

Asıl hayatı etkilenenler’e saygı için oradan gönderdiğim Meksika Sınırı şiirime ekleyecek bir şeyim yok.

Amerika’dan Meksika Sınırı şiirini gönderdiniz. Hatta bir televizyon programına isim oldu bu şiir. O şiirden baktığımızda siyah beyaz televizyon ekranları önünde büyüyen bütün çocuklar için Amerika demek kovboylar ve kızılderililer ve biraz da Meksika sınırı demekti. Bizlerin ‘çocuk Amerikası’ ile gördüğünüz Amerika arasında nasıl bir fark vardı?

Ne kovboylar kalmıştı ne de Kızılderililer. Gelecek umutları kalmamış, parçalanmış ailelerden gelen, şirketlerin müşteriye, tüketiciye indirgediği insanlar. Senin benim gibi insanlar. Romantik filmlerin sonunda bizim gibi ağlayıp gülen, Meksika Sınırları yani onurlu bir hayat, özgürlük ve mutluluk rüyaları yağmalanmış insanlar. Gittikten sonra Türkiye’den beni arayan ve ‘Amerika’da yaşanır değil mi? ‘ diye soran bir dostuma, ‘Türk filmleri Türkiye gerçeğini ne kadar sahih yansıtıyorsa, Hollywood filmleri de Amerikan hayatını o kadar yansıtıyor. 25 yıl boyunca Hindistan’a Türk filmleri izletin, doğan her çocuk Türkiye’de yaşamak isteyecektir. ‘ dediğimi hatırlıyorum.

Meksika Sınırı programını hazırlayanlar şiirinizi sizin bilginizle mi kullandılar, sizden izin alınmış mıydı?

O çocukları tanıyorum. Ekmeklerine mani olmak istemem.

O zaman yeniden ABD’ye dönersek öğrenci, işçi, işveren, ve yönetici olarak yaşadığınız Amerika zihninizde nasıl bir fotoğraf karesi olarak kaldı?

Amerika’da sevdiğim ve öğrendiğim şeyler için her zaman şükrederim. İnsanların gündelik hayatlarında dürüstlüğe ve işinin ehli kişilere verdikleri yüksek değeri, çalışkanlıklarını, insanların bugün bile ilgilerini ve sevgilerini maişetlerini temin edecek bir işe dönüştürebilmesini çok takdir ettim. Disney ve Monsanto gibi şirketlerin, şimdi de video oyunlarının beyin sağlığını ve ruhunu yağmaladığı her yeni nesille biraz daha hızla kaybolan ama hala keşfedebileceğiniz o problem çözme sevgisini çok sevdim. Haklı olduğuna ikna olduklarında, Amerikalı insanların, kim olursa neye inanırsa inansın, dik duran onurlu bireylerin yanında tereddütsüz dikilebilişlerini çok sevdim. Dünyaya muazzam katkılarda bulunmuş Amerikan mucitlerini doğuran o eski istihdam kültürüne hala rastlamak mümkün. Hayat içinde bir şekilde yardımlaştığım her bir Amerikalı daha sonra bir yolunu bulup paylaştığımız o insanca anın karşılığını fazlasıyla vermiştir. Hiç istisnası olmadı bunun. Amerikan hayatı, dünyanın küçük bir prototipi gibi gelmiştir bana hep. Dünyanın her yerinden insanların göçleriyle oluşan ve fakat sistemiyle bu insanları sadece Amerika’ya has bir yaşam biçimine dönüştüren kocaman bir ülke. Ama aynı zamanda her yeni neslin daha bir aptallaştığı, kanserin, tedavisi olmayan binlerce cinsel hastalığın usul usul kemirdiği, yalnızlığın tarif dilini kaybetmiş yaşlıların kahredici bir üretim bandından geçer gibi bakım evlerinde çürütülüp morglara sevkedildiği kocaman bir ülke.

Amerika’nın bu yüzü bizde pek bilinmez?

Amerika’da dış politika okuyan ve şu anda siyasette olan bir arkadaşım ziyaretime gelmişti. Ona uzun uzun Amerika’yı ve Amerika’nın vurucu gücü haline geldiği sosyo-ekonomik sistemin ürettiği yaşamı, tüm şehirlerinde büyüyen ‘skid-row’lardan okumasını tavsiye etmiştim. Binlerce evsiz, aç, sefil insanın çöpe döker gibi boca edildiği köprü altları, vitrinlerden ve gözlerden uzak gettolar. Bir sonraki maaş çeki gelmediği takdirde, sistemin kimlik numarasından ibaret hale getirdiği insanların nasıl uçurum hızıyla dibe vurduğunu, kurtların salınıp kuzuların bağlandığı, ördeklerle timsahı aynı havuzda yüzdüren serbest piyasasını… Küçük işletmelerin katlini… Sefillerin yaz geceleri uyumak için geldiği bir sahile hakim bir bankta oturup, kumlara gazeteler yayan evsizler üzerinden güneşin batışını seyretmiştik.

Amerikalı arkadaşlarınız Amerika’nın dış politikasına ne diyorlar?

Dünyaca meşhur bir endüstriyel tasarımcıyken kendini alternatif taşıma araçları ve sistemlerine adayan Dan Sturges adlı bir arkadaşım var. Arada bir bilişim teknolojileri ve görsel iletişim yöntemleri kullanarak dünyamıza egemen ulaşım sistemlerinin tüm dünyanın ömrünü nasıl kısalttığını, sadece ulaşım biçimlerimizin dünyayı yakın bir gelecekte cehenneme çevirebileceğini anlatmaya çalışan projeler geliştirir ve hemen çağırır beni. Ben de seve seve katkıda bulunmaya çalışırım. Yıllar önce birlikte Ford firması için alternatif bir araba modeli üzerinde çalışmıştık. Think adını koyduğumuz dünyanın o zaman belki de en temiz arabasının, o tasarımı, ben de teknolojik entegrasyonu üzerinde çalıştık. İnternetle birlikte gelişen teknolojileri kullanma biçimi çok etkileyiciydi arabanın. Prototipiyle gurur duymuştuk. Ford projemizi yeni vergi kredileri ve sadece çalışan insanlardan kesilen vergileri biraz daha yağmalamak, karşılıksız teşvik almak için kullandı. Teşviği aldıktan sonra bir güvenlik gerekçesiyle üretimi ve satışı durdurdu ve arabayı çöpe attı. Dan bana bir gün, ‘Amerikan dış politikasını dünyada en az bilen halk biz Amerikalılardır’ demişti. ‘Bilmedikleriniz ve bilmenizi engelleyenler hepimizin dünyasını karartıyorlar’ demiştim ben de. İnsanların daha insanca seyahat etmelerini sağlayan bir alternatif bulmadan ölmeyeceğini söyleyerek karşılık vermişti bana. Sistem içinde insanca, özgürce ve adilce bir yaşamın mümkün olması gerektiğine, kula kulluğun köleliğinden çıkılmadıkça bunun mümkün olmadığına inanan bir İslamcı kesinliğiyle inanıyor o. Hiç unutmayacağım bunu.

Sonra?

Sonra sessizce Hoşçakal Amerikan Rüyası şarkısını dinledik. Şarkı bittiğinde, ‘artık yeni bir BB King çıkmayacak, ve müziğin sesi tamamen kısıldığında bugün öleceğim gündür diye ağıt yakan Don McLean’lar için, Amerikalıların dünyamıza kazandırabileceği ama daha doğmadan katledilen güzelliklere de biz Ortadoğulular ağıt yakacağız’ dedim ona. Buruk bir tebessümle, ‘İsrail, verdiğimiz nükleer silahları patlatacak kadar aklını yitirmezse’ dedi.

Peki ABD’ye giderken sizin kafanızda neler vardı?

Bayraklarını yaktığımız, protesto ederken coplar yediğimiz, filmlerini izlediğimiz, orta zekalı aydınlarımızın ora dan yayınlanan her şeye derin anlamlar yüklemeye dünyayı Amerika üzerinden yorumlamaya hevesli olduğu, Malcolm X, Muhammed Ali, Jim Morrison, Bob Dylan, Henri David Thoreau gibi insanların da yetiştiği, bir zamanlar dünyada umutları tükenenlerin son umudu yani Meksika Sınırı haline gelmiş, sonra yeryüzündeki adalet umutlarını bombalayan bir deve dönüşmüş bir ülkeye gidiyorum; kendi insanlarına kurduğu hayatın içinde yaşamaya gidiyorum gibi şeyler düşündüğümü hatırlıyorum. Bu kadar uzun süre kalacağımı düşünmüyordum. Giderken dostlarımla Sezai (Karakoç) Ağabey’in, 7 oğlu batıya varan doğulu babayı anlattığı o muhteşem Masal şiirini okuduk. Yıllar geçtikçe ansızın üstüme çullanıp durdu o dizeler: ‘Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara / Bir şafak vakti Batıya erdi / En büyük Batı kentinin en büyük meydanında / Durdu ve tanrıya yakardı önce / Kendisini değiştiremesinler diye’

İlk gittiğinizde Türkiye ile bağınız devam ediyordu hatta iki-üç yıl yazılar ve şiir gönderdiniz. Sonra kayboldunuz Amerika’da 12 yıl ‘kayıp bir Türk’ olarak neler yaptığınızı üç cümleyle özetleseniz ne dersiniz?

Meşguldüm.

Siz ‘meşgul’ken, Nilüfer Göle Mahrem’in Göçü kİtabında İslami camiadaki dönüşümden bahsederken sizden de bahsetti ve ‘müthiş bir adam müthiş bir zeka’ dedi. Göle’ye göre Mehmet Efe İslami camiada ortaya çıkmış ‘en entelektüel çizginin sahibi’ydi. ‘Ama bu deha burada kalamadı’.

Bir deha olduğum objektif olarak ispat edilinceye kadar bekleyelim. Nilüfer Göle, Batı’nın üstünlüğüne inanmıyorum artık dediği ve televizyonlarda dekor olmak yerine bunu öğrettiği öğrenciler yetiştirdiği için son derece önemli bir öğretmendir. Teveccüh göstermişler.

Bu günler yeniden İslamcılık tartışması gündemde. ‘Dışardan’ bir göz olarak İslamcılık Türkiye’de bitti mi boyut mu değiştirdi ne dersiniz?

Dışarıdan bir göz olduğumdan haberim yoktu. Muhafazakarlığın örgütlenmiş iki yüzlülük doğurduğunu Amerikalı orta zekalılar bile yazıyor artık. İslamcılığı gerekli kılan şartlar ortadan kalktı da benim mi haberim olmadı? Google Entellektüellerine orta zekalı tıklama meraklılarına twit cümleler kurmak için dönmedim memleketime. Geçelim.

Peki, döndüğünüzde eski arkadaşlarınızı, ortamı nasıl buldunuz? 12 eylülde hapse girenler çıktıklarında o eskiyle o gün arasında büyük bir boşluk, yozlaşma, ‘satılmışlık’ vs. gördüklerini söylerler hayal kırıklığından bahsederler yabancılaşırlar. Siz?

Benim tecrübemi hapislerde çürüyenlerle ve hala çürümeye devam edenlerle kıyaslamak o acıları çekenlere saygısızlıktır. Allah o insanları ve ailelerini rahmetiyle kuşatsın. Ben yeryüzü mescidimiz diye inanan bir Müslüman olarak kendi tercihimle ufkumu genişletmeyi, çocuklarımın masasına ekmek koymakta sıkıntı çekmemek için mesleğimi geliştirmeyi, Amerika’da sinema, dijital medya ve bilişim teknolojileri üzerinde çalışmayı tercih ettim. Benim de yanlışlarım günahlarım ve tövbelerim oldu. Arkadaşlarım da kendi tercihlerini yapan kişilerdir. Allah hepimize birbirimizi düzeltmeyi, ‘hakkı hakk bilip hakka ittiba etmeyi; batılı batıl bilip batıldan içtinab etmeyi’ nasip etsin.

Bir zamanlar kaleme aldığınız ‘İslamcılığın manifestosu’ sayılan yazının fotokopisi gençler arasında elden ele dolaşırdı. O manifestoyu bugün yazsanız ortaya nasıl bir şey çıkar?

Galiba ‘Gözlerini ufuktan ayırma oğlum’ başlıklı, Haftalık Ülke dergisinde yayınlanan yazıdan bahsediyorsun. Sonraları ‘Sen bir İslamcısın Oğlum’ diye bilinir oldu. O yazı Merhum Cemil Meriç’den bir alıntıyla başlar: ‘Yobaz biziz, en güzel taraflarımızla biz. Akıl devlerin değil, cücelerin silahı. İnanç asildir. Medeniyetler inancın eseri. Akıl mühendisleri yaratır, inanç kahramanları… ‘ O yazıya manifesto demek yanlış olur. Aynı Cemil Meriç usta, ‘ideolojiler, idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir’ demiştir. Manifestolar da biraz öyledir. Yeniden yazarsam sizin de haberiniz olur.

Mızraksız İlmihal diye bir kitap yazarak aslında o günkü İslamcılık anlayışını eleştirdiniz. Mesela aşktan ve birey olmaktan bahsettiniz. Başkası için sembolden öte olamayan başörtülü kızın başörtüsünün altındaki saçının rengini sordunuz. Bu bir anlamda ‘sembol’den ötesi olmayan başörtülü bir kızı aşık olunacak bir kız olarak tanımlamaktı. O gün İslami çevreyi rahatsız eden o kitabın bugünkü neslin el kitaplarından birisinin olmasının sebebi nedir?

Evet, ben uzaktayken kitabın yeni baskıları yapılmış. Bu soruyu onu el kitabı gibi okuyan yeni nesilden okuyuculara sorun.

Ama o gün çoğulcu sese ‘ben’ ve ‘benim düşündüklerim’ dediğiniz için sizi eleştirenleri bugün bireyselci oldukları cemaatçi olamadıkları için eleştiriyorlar . Bu durumu nasıl açıklarsınız?

Bu eleştirinin sürecine, duruma ve bağlamına vakıf değilim. Neden ben açıklayayım bilmiyorum. Ama birey olmak ve bencil olmak farklı kavramlardır . Çoğulcu sesi savunanların da aslında bunu son derece bencil nedenlerle yaptıklarını düşünürüm. Herkes kendi çıkarını düşünerek tercihlerini yapar. Birey cemaatin karşıtı değildir. ‘Cemaat, hürriyet içinde birliktir’ der Sevgili bir dostum. Bizde imtiyazlarla korunmuş hiçbir makam yoktur. Yanyana, omuz omuza, namazda saf tutmaktır cemaat. Örgütle cemaatı ayırd edelim. Karanlıktan korkan bir insanın hırsızlık yapmaması bir fazilet değildir. Bireylerin mutabakatıyla oluşan yapıları önemserim. Beyatı böyle anlarım. O yapılardan bizi taşıyacak ses ve doku tezahür eder. Ancak ‘Ehli sünnet vel ferd’ olan bireylerden oluşan ‘Ehli sünnet vel cemaat’, şımaran bireylere, insanların hayrına hizmeti ve tevazuyu öğretebilir diye düşünürüm. Çerçeve, sadece Allah’tan korkmak, ve kuldan utanmaktır.

Mızraksız İlmihal’den sonra bu alanda ikinci bir roman bu camiada çıkmadı yazılamadı. Sizce neden?

Bu sorunun muhatabı ben değilim. Ben de yeni bir Devlet Ana yeni bir İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü yazılsa diyorum.

Peki Mızraksız İlmihal’in devamı gelecek mi?

Gelirse gelir.

Peki biz geleceğini varsayarsak Nurhan ve İrfan bugün ne yapıyor olurdu? Mesela kapitalizme artık onlar da inanırlar mıydı? Yine Fatih camisinde mi yoksa Nişantaşı’nda bir kafede mi buluşurlardı?

Bilmiyorum. Daha yeni geldim. Maksat muhabbetse şimdi aklıma gelen bir kaç şey söyleyeyim: Suriyeli Mültecilere yardım ederlerdi. Suriye Devrimi’ne yardımla uğraşıyor olabilirlerdi. ‘Trafik kazalarında bir sürü insan ölüyor, biraz da Suriye için telef olsunlar’ diye konuşan kalpsiz cümlelerin şokuyla sarsılabilirler. Deha arkadaşım Burhan Metin’le Sakarya’da yeni kooperatifler, borca dayalı paraya karşı alternatif üretim ve gelir dağılımı projeleri üzerinde çalışır, keçiler filan besleyip ağılı ayakta tutmaya çalışabilirler. Toki ve Kiptaş evlerine karşı eylemler filan yapabilirler. Biraz da başı açıklar kapalılara hizmet etsin diye hizmetçisinin başını açtıran kadını tartışabilirler.

Ben sizin kadar iyimser değilim Başakşehir’de Kiptaş’tan bir ev alıp kitaplarını da yeni aldıkları ev eşyalarının dekoruna uymadığı için bir okul kütüphanesine bağışlamış olabilirler.

Bu kötümserlikten öte bir şey. Bitişin edebiyatı bu. Bense biz asıl şarkımızı söylemedik henüz diyorum.

Mızraksız ilmihal zaten isim olarak geleneksel inancı ironiyle eleştiriyor. Bu ismin bir hikayesi var mı?

Hikaye, kitabın ikinci baskısının arkasındaki röportajlarda var. Müslümanların birbirleriyle savaştığı ve Hariciliğin doğuşuna neden olan savaşta, Mızrakların ucuna geçirilen Kur’an sayfalarından bugüne bir hikaye. Bu arada Mızraksız İlmihal aslında biraz da kahramanımız İrfan’la Nurhan’ın Mızraklı İlmihal olarak bilinen halk ilmihali ile barışma sürecidir.

İslami hareket ‘siyaset’ ile kendini var etti geçmişten bugüne. Siz de daha o yıllarda Tayyip Erdoğan’ın Beyoğlu’ndaki siyasi çalışmalarınında yer aldınınız.O günkü siyasi çizgiden bugünkü siyasi çizgiye bakınca neler görüyorsunuz?

Evet Tayyip Erdoğan’ın Beyoğlu kampanyasındaki propaganda kasetini yapmıştım. 22 yaşındaydım. O zamanlar ona Reis deyip önünü ilikleyen arkadaşlara ben ‘Abicim adam daha yolun başında, ahlakını bozmayın’ diye çıkışırdım. Umut vaad eden pek çok siyasetçinin çalışmalarına katkıda bulundum. Siyasetçiler, milletin kendilerine verdiği ruhsatı bir emanet gibi değerlendirdikleri oranda kuşatıcı cümleler kuracaklardır. Bir tane One Minute yetmez. Ama ben Ak Parti ya da yeni bir parti etrafında hayaller kurmadım. Siyaset gelir geçer. İslamcılık günü birlik siyasetin üzerine çıkan hayaller kurmaktır. Tüm dünyaya one minute diyen filimler, romanlar, şiirler, projeler yapmak istiyorum.

MIZRAKSIZ İLMİHAL’İN FİLMİ ÇEKİLECEK

Siyaset’le değil yani?

Amerika’da çok saygı duyduğum, reklam dünyasının bütün ödüllerini almış, sonra strateji uzmanlığında yoğunlaşmış bir arkadaşım var. Bir gün bana köprü kuranların ilk yaptığı nedir bilir misin diye sorup bir proje yönetimi stratejisi anlattı: Köprü mimarları önce iki bayrak dikerler dedi. Birinci bayraktan hedef bayrağa doğru santim santim inşa ederler. Köprü yapıcılar bayrağı akıldan çıkarmamak zorundadırlar. Her şey, bu bizi bayrağa yaklaştırır mı uzaklaştırır mı sorgusuyla değerlendirilir. Bayrağa yaklaştırmayan her şeyden uzak durulur. Bayrağa yaklaştırdığına inandığım her cümleye katkıda bulunabileceksem kaçınmam. Ben hayatım boyunca bir şebekeye dahil olmaktan, birilerinin adamı olmaktan uzak durmaya çalıştım. İtirazlarımın meşruiyetini yanımda duranlardan ya da karşımda duranlardan almadığımı düşündüm. Münkerden sakınıp marufun taşıyıcıları olanlarla arkadaşlık etmeye çalıştım. Bu ikisinin tarifi hiç bir zaman zor değildir. Zalimlerle asla iş tutmamak, mazlumları yalnız bırakmamak gibi. Siyasetin aldığı her kararın, asgari ücretle çocuklarını besleyemeyen babaları etkilediğini hatırlatan bir katkıyı, siyasetin içinde bulunmaktan daha önemli sayarım.

Amerika’dan Türk siyasetini uzaktan takip ettiniz. Çok önemli ve çok aptalca gördüğünüz şeyler neler oldu?

One Minute ve Mavi Marmara süreci beni çok etkilemişti. Günlerce başım dik dolaştım. Başörtülü Millet Vekili Aday Adayının mülakata peruk takıp girmek zorunda kalmış olmasını duyduğumda ise çok şaşırmıştım.

Bir zamanlar isminiz ‘İslami Camianın Tarantinosu’ diye anılıyordu. Tiyatro oyunlarının zirvede olduğu o yıllarda senaryolar yazıp oyunculuk yaptınız yine televizyon sektörü yeni yeni canlanmaya başladığında Kanal 6’da yazar ve yönetmen olarak çalışıyordunuz. Ama İslami camianın bu anlamda yıldızı olmadınız?

Bakarsın şimdi olurum. Geç olsun da güç olmasın. Tarantino’nun aklı olsa Müslüman olur.

Ama ABD’de film şirketinin olduğunu ve film çektiğini biliyoruz. Mızraksız İlmihal’i sinema filmi olarak bekleyenler var. Böyle bir projen var mı?

Var.

Televizyon ve sinema sektöründeki projelerinizi biraz anlatır mısınız?

Nusret Çolpan’ın minyatürleri gibi bir sinema hayalim var. İçinde insanlarımızın nefes aldığı. Çeşitli TV projelerim de var. Tüm dünyaya hitap eden cümleler kurmak istiyorum. Nasip.

LEYLA İLE MECNUN’U SEVDİM

Türkiye’ye en son ne zaman gelmiştiniz?

İki yıl önce Kadir Gecesi’ni ve Bayramı burada geçirmek arzusuyla gelmiştim. Kısa bir süre kalıp dönmüştüm.

ABD’ye dönüş bileti alacak mısınız?

Dönmemeyi düşünmüyorum. Orada her zaman bağım olacak bir hayatım var. Orada arkadaşlarım var. Orada da yapmak istediğim şeyler var. Ama bu gelişimde dönüş bileti almadım. Kendime gerçekten denemek için zaman tanımak istedim. Mümkün olursa burada bilişim, dijital medya ve sinema konusunda yapmak istediğim şeyler var.

Türkiye’ye geldiğiniz ilk gün ne yaptınız?

Ailemle oturup lahmacun ve çiğ köfte yedim. Sonra bütün gece sabah ezanını bekledim.

İstanbul’da en çok özlediğiniz semt?

Fatih.

En çok özlediğiniz mekan?

Üsküdar’da kız kulesine karşı sahildeki taşlarda oturup çay içmek.

Sizi en çok hayal kırıklığına uğratan şey?

Evler yapabileceğimiz yemyeşil tepelere çullanan TOKİ. Minibüste hamile kadının ayakta beklemesi. Hayatımda ilk kez, hem de İstanbul Fatih’te beni donduran bir şey gördüm.

Nedir o?

Reklam oskarlarını kazanmış reklamcı, yazar ve strateji uzmanı Amerika’lı arkadaşım geçenlerde sordu: ‘Ülkene döndüğünde seni ilk şaşırtan neydi? ‘

‘Daha önce hiç görmediğim bir şey gördüm. İstanbul’un nispeten dindar bir semtinde Amerikan tarzı bir jimnastik salonu açılmış. Salonun önü tamamen camdan bir vitrin. Sokaktan geçen herkes, vitrinden içeride yarı çıplak insanları ağırlık kaldırırken, egzersiz yaparken seyredebiliyor. Bu yeni bir şey Türkiye’de ve açıkçası beni utandırdı’ dedim.

‘Müslüman ülkede vücut geliştirme teşhirciliği yani. Kültürünüzün tevazu ve iffeti (modesty) öngören değerlerini bombalama bürosu. Anlaşılan hızla Amerikanlaşıyorsunuz’ dedi.

Yerinde tespit?

Sonra bana şunları söyledi Amerikalı reklamcı arkadaşım: Tarihsel olarak, emperyalist ülkeler, kafanıza ideolojiyle vurur ve kültürü boğazınızdan aşağı zorlarlar. Kesindir, açıktır ve direnmeniz gerektiğini bilirsiniz, tahrik olsanız ya da baştan çıksanız bile.

Fakat biz kültürümüzle ayartırız sizi. Kültürümüzün doğrudan evrensel insan arzularına ve duygularına ve bilinçaltına hitab eden yanlarıyla. Sevmek ve sevilmek arzusu gibi. Doktorlarca dağıtılan promosyon ilaç numuneleri, bedava haplar gibi. Ve bu hapların her biri içinde gizli küçücük ideoloji bombaları kafanızın içinde patlar. Dimağınız bu hapları memnuniyet ve zevkle ilişkilendirdiği için, özellikle kendinize itiraf etmeniz engellenmiş, bastırmanız öğretilmiş ama bilinçaltınızın zevk, konfor ve iyi hayat ile ilişkilendirdiği bu küçük inançları içselleştirir ve her biriyle azar azar Amerikalılaşır hiç farkına varmadan her gün biraz daha kendinizi Amerikan kimliği içinde görmeye başlarsınız.

Sizi en çok heyecanlandıran şey?

Yerli Sinema’nın dönüşü.

En çok ne duygulandırdı?

Bir dostumun arabasında çaldığı Abdullah Papur’un Sallana Sallana türküsü çok duygulandırmıştı. Muhteşem bir türkü.

En çok özlediğiniz yemek?

Karın bumbar.

Türkiye’de kendinizi ‘yerli’ ve ‘yabancı’ hissettiğin yerler mekanlar var mı?

Var.

Neresi?

Ne birisi, hepisi, hepisi demiş Temel…

Yıllar sonra Türkçe konuşmak nasıl bir şey?

Bu tarlaya bir şinik kekere mekere otu ekmek gibi, ilk göz ağrınla buluşmak gibi bir şey.

Türkçe konuşup İngilizce düşünmek nasıl? Rüyalarınız hangi dilde?

Rüyalarımda Kürtçe konuştuğum oluyor.

Yedi uyuyanların çarşıya çıkma hikayesi vardır.. Türkiye’de kendinizi öyle hissettiğiniz anlar oldu mu?

Amerika’da çok uyuyamadım. Bende biraz insomnia vardır.

İzlediğiniz bir televizyon programı var mı haberleri takip ediyor musunuz?

TRT’de yayınlanan Güzel Ülke ve Ömür Dediğin programlarını çok beğendim.

Televizyonda ilginizi çeken bir şey var mı?

Leyla ile Mecnun. Çok beğendim.

Yurt dışında bilişim sektöründe üst düzey yöneticilikler yaptınız. Teknolojiyle aranız nasıl?

Bilişim ve dijital medya teknolojileriyle aram çok iyidir.

İnternet başında ne kadar vakit geçirirsiniz? Twitter ya da Facebook’ta aktif hesabınız var mı? Bu sitelerde ne kadar vakit geçiriyorsunuz? Bunları kullanış şekliniz ne kadar Türklere benziyor ne kadar farklı?

İşim ya da bir proje dışında, normalde 1 saat kadar zaman geçiririm İnternette. Geldikten sonra buradaki yoğun kullanımı görünce ben de @guneyli_cocuk adıyla bir twitter hesabı kurdum, intibakıma katkıda bulunacağı umuduyla. Burada nasıl kullanıldığından emin değilim ama çok abartıldığı kanaatindeyim. Yemek sofrasında insanların cep telefonlarından twitter okumasını bize yakıştıramadım. Bunlar normale dönecek ve telefon gibi hayatın bir parçası haline gelecektir. İnsanların yeniden mektuba, gazeteye, yüz yüze görüşmeye, kitaplara döneceğini düşünüyorum.

YAZMAK YAŞAMA BİÇİMİDİR

Yeniden yazmayı düşünüyor musunuz?

Yazmak bir yaşama biçimidir. Ben hep yazdım.

Neler yazmak istersiniz? Siyaset gündem edebiyat şiir v.s

Nasip.

12 yıldır bir şey yayınlamadınız ama yazı yazmaya devam ettiniz mi?

Evet.

Yeni Şafak kurulduğu zaman o kadrodaydınız. Yeni Şafak’ı takip ediyor musunuz?

Evet Yeni Şafak’ın birinci dönemindeki kadrodaydım. İkinci dönemin kurucusuydum. Takip ediyorum.

Türkiye’den takip ettiğiniz köşe yazarları var mı?

Fırsat buldukça, Akif Emre, Cihan Aktaş, Leyla İpekçi ve Umur Talu’yu okurum. Amerika’da ne zaman canım şöyle güzel bir Türkçe metin okumak istese, İnternetten bir Hüseyin Hatemi yazısı bulup okurdum.

En son seyrettiğiniz Türk filmi?

Bir Zamanlar Anadolu’da.

En son yediğiniz Türk yemeği?

Mantı.

En son okuduğunuz Türkçe kitap?

Lütfi Bergen’in İsyandan Dirliğe kitabı.

Bunu da okuyun...

Sevmek hidayettir

aklıma sen gelmiyorsun neyi sevsem beğensem
unutmayı unutmasam gitmezsin ki gelesin
bütün dinlerin dini, yolların sonu sevmek
verilmiş sadakam varmış aramadım buldum seni
can bulan canan bulan mutmain olan oldum

3 yorumlar

  1. Sevgi̇yle kal bi̇r gün yi̇ne çeki̇p gi̇dersen beni̇ de al yanına. Burada kalırsan yi̇ne al beni̇ yanına. duruşunda i̇nsan kokusu var. bu seni̇ i̇lk tanıdığımdaki̇ kokuyla aynı.esenkal sevgi̇yle kal-

  2. seni seviyorum güneyli çocuk. (1986 istanbul gecelerinden kalma seninle yaptığımız sıcak ve hayli hararetli münazara anılarımla)

  3. 1980’li yıllarda çocuktum ben. Ülkücü bir aileden geldiğim için, İslamcılıkla ve ideolojisi ile de tanışamamıştım. Yıllar geçmesi gerekti. Geç kalmıştım. Ama olmuştum. Ben de Müslüman olmuştum.

    !980’lerde İslamcılığın böyle seslere sahip olmuş olması ne büyük bir zenginlikmiş! Ne güzel yıllarmış, ne mücadele dolu, seviyeli ve entellektüel yıllar. Keşke o yıllarda genç olsaydım. Keşke, ben de orda olsaydım.

    Oysa şimdi elimizde ne kaldı? Lüks ciplere binip arkadan kornaya abanan türbanlılar, iltimas, İslam adına yapılan gerici muhafazakarlıklar… Batı emperyalizmine karşı tek dayanağımız olan İslam’ın kendi ellerimizle mahvedilişi. Ne yazık! Çok yazık…

    Dediklerinize katılıyorum Mehmet Hocam. Bir tekimiz kalıncaya kadar bu umut, bu inanç bitmeyecek. Müslümanın insanlık davası daim olacak… İblis’le yatağa giren kardeşlerimiz, abilerimiz, ablalarımız elbet bir gün uyanacak.

    Teşekkürler bizi biz yapan şeye yapmış olduğunuz katkılar için. Minnettarız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir