Bu yazı, havadan sudan konuşacak bir yazıdır.
Üç yıldır irili ufaklı sayısız medya ve üniversite gibi kurumlardan aldığım nice söyleşi, yazmak, program, seminer ve benzeri tekliflerini hep reddettim. Bunun başta gelen nedenlerini şöyle sıralayabilirim:
• Muhalefet ettiğim oligarşinin beni bir kutuya veya tabelaya kodlamasını zorlaştırmak, (ellerinde gıybet, iftira ve yalanlardan başka şey olmasın),
• Müslüman kalma çaba ve duruşuma halel getirmemek,
• Sözün kıymetinin tuz-buz edildiği bir şarlatanlığın egemen olduğu atmosferin dışında kalmak,
• Mikrofonların ve spot ışıklarının insanı konumlandırdığı “her şeyi bilmeye” ve sözün bezirganı olmaya zorladığı pornografiden uzak durmak,
• Üzerinde çalışmak istediğim edebiyat, kitap, yazmak, bilişim ve sinema fikirlerime yoğunlaşmak,
• Ellerimi ve elbisemi temiz tutmak,
• Söze talip olanlardan kalmak…
Gerçekten söylemeye değer olduğunu düşündüğüm ve söylemeden duramayacağım şeyleri zaten sosyal medya ve kişisel blogumda söyleme imkanım olduğu için de Allah’a şükrediyorum.
Ancak bazı istisnalar oldu. Size bu istisnalardan birinin hikayesini anlatmak istiyorum sonra da bir Üniversite hayalimi.
16 yıllık bir gurbetten sonra ülkeme döndüğümden beri Anadoluma bir sila-i rahim yapmak için yanıp tutuşuyordum. Geçen Mart Anadolu’dan, son 10 yıl içinde kurulmuş üniversitelerden birinden bir davet aldım. Önce mazeret bildirdim. Ama bir ay sonra tekrar iletişime geçip ısrar ettiler. Başta “Mızraksız İlmihal” olmak üzere yazdıklarınızı okuduk öğrencilerimizle dediler mesela. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin “Siyasal Edebiyat” dersi hocası adına gelen bu davet, çok ilgimi çekmişti. “Kariyer Günleri” etkinliği bünyesinde, “Siyasal Edebiyat” dersinin davetiyle bir söyleşi. Aslında bildiğim bir konuydu bu. Üstüne Amerika tecrübemden damıttıklarımla “kariyer” konusunda da gençlerle paylaşmaya değer hikayeler vardı. Erken çıkarım, biraz sıla-i rahim de yaparım diyerek davete icabet edeceğimi bildirdim. Saat ve gün de kesinleştirildi ve ben yola çıktım.
Ankara’ya yaklaşırken gece vakti aradılar. Gece kalıp kalmamam konusunu konuştuk. Ben bir ara, “gerçekten gelip konuşmamı istiyor musunuz, yani benim eleştirel yazılarım var son zamanlarda yayınladığım, zor durumda kalmayasınız” dedim. Muhatabım tereddüde düştü ve açıklamamı istedi. “Mesela, tetikçilikten başka bir yeteneği olmayanların telekom yönetimine atandığı ülkede bilişim öğrencilerinin kariyer planı yapması zor olur gibi bir cümle kurabilirim konuşmam sırasında” dedim.
“Abi ben ilgili öğretim görevlisi hocamızla bir daha konuşayım o zaman, size dönüş yapayım” dedi.
Bir iki saat sonra tekrar aradı ve abartmıyorum, aynen şöyle dedi: “Hocam, çok utanarak söylüyorum ama, programınız sırasında havadan sudan konuşabilir misiniz?” Gerçekten bu tabiri kullandı koordinatör muhatabım “havadan sudan”.
“Sevgili kardeşim, siz beni niye çağırdınız, havadan sudan anlarım diye mi??” diye sordum.
“Abi, ben öğretim üyesi hocamla konuştum, o gün kaymakam bey de orda olacakmış, rektörlük seçimleri de varmış, üniversitenin sponsor olduğu bir programda hükumet eleştirisi ihtimali iyi olmaz, havadan sudan konuşabilirseniz çok iyi olur” dedi.
“Valla, ben daha önce bir iki üniversitede konuştum, özel olarak hükumet eleştirisi değil, bahsettiğiniz siyasal edebiyat ve kariyer günleri bağlamında bazı tecrübe ve tesbitlerimi paylaşırım diye düşünmüştüm ama şimdi tahrik ettiniz beni. Gelirsem, siyasal edebiyat nasıl yapılırla başlayıp, iktidar eleştirisine güncel örnekler vermek zorunda hissediyorum kendimi şimdi. Öğretim üyesine telefon numaramı verin bizzat arayıp benden havadan sudan konuşmamı istediğini duymak istiyorum” dedim.
Henüz arayan olmadı. Şimdi size bir ara İstanbul Üniversitesi’ne rektör olmak isteyen bir akademisyen arkadaşımla paylaştığım ve onun da kampanyasında kullandığı (ve doğal olarak başarısız olduğu) bir üniversite hayalimi paylaşmak istiyorum.
Türkiye’de son on yılda, 70’den fazla yeni üniversite açıldı. Ama son 50 yılda Türkiye üniversitelerinin dünyaya, insanlığa, hatta bu ülkenin herhangi bir mahallesine katkıları üçü bulmadı. Pek çoğunun arkasındaki yüzlerce yıllık vakıflar bile artık inşaat malzemesi şirketlerinin yöneticilerinden seçilen mütevelli heyetlerinin insafına terkediliyor. Düşünün ki, ihale çantacıları eğitim ticaretine sokulan vakıf üniversitelerin kaderini belirliyor. Gerçekten. Ve 70’den fazla yeni üniversite açılan ülkede, geçen yılki resmi rakamlarla, günde ortalama 6 saat TV seyrediliyor, 3 saat internet kullanılıyor ve günde ortalama SADECE 1 DAKİKA kitap okunuyor. Gerçekten. Sadece 1 dakika kitap. Geçen yıl en çok satan kitap, bir kişisel gelişim kitabıydı.
İstanbul Üniversitesi, benim üniversitem, “Darül Fünun”du. Bilimin merkeziydi. Bu üniversitenin dünyanın ilk 50 üniversitesi arasına girmemesi için hiç bir nedeni yok. Bence, problem sadece ve sadece bir yönetim problemidir.
Yaşadığımız dünya malum, teknoloji, bilim ve “innovasyon”un dünyası. Tüm dünyayı etkileyen şu projelerin hepsi üniversitelerde başlamış, üniversitede gelişmiş sonra tüm dünyayı dönüştürmenin öncüleri haline gelmişlerdir. Sadece içinden çıktıkları üniversitelerin gurur ve gelir kaynağı değil, ülkeleri adına kültürlerinin özgürlük ve katılımcılık gibi evrensel değerlerin taşıyıcısı olmuşlardır: World Wide Web, yani bildiğimiz şekliyle İnternet, İsviçre’nin Cern’inde bir asistan tarafından akademisyenlerin bilgi paylaşımını kolaylaştırmak amacıyla geliştirildi. İlk internet gezgini de ilk web sitesi de orada geliştirildi. Tüm dünyanın internet üzerinden bilgi paylaşımında devrim yapan “Browser”i Netscape, bir üniversite projesi olarak başladı. Helsinki Üniversitesindeki genç bir akademisyen olan Linus Torwalds’ın öğrencileriyle birlikte geliştirdiği ve üniversitenin Dünyaya hediye ettiği Linux işletim sistemi, dünyada özgürlükçü açık kaynak hareketini muazzam bir ivme kazandırmış, fikri mülkiyeti Amerika’nın tekeline eviren ve bilişim teknolojilerini yoksullara kapayan kapitalist vesayeti parçalamış, tüm dünya üniversitelerinde bilgi teknolojilerinin özgürleşmesine öncülük etmiştir. Google bir Üniversite projesidir. Facebook bir üniversite projesinden gelişmiştir. Apple bilgisayar bir Teknopark’da geliştirildi. Afrika ve Asya’nın yenilmiş ekonomilerine ve tüm dünyaya bir umut veren ve yaratıcısına Nobel Barış ödülü kazandıran mikro kredi sistemi bir akademisyen tarafından Bangladeş Üniversitesi’nde geliştirildi. Dünyada kontrol teorisinden, yapay zekaya; teknoloji, fizik, matematik ve mühendisliğin gelişiminde en büyük devrim olarak kabul edilen, “Fuzzy Logic”, Azeri bir Türk tarafından Berkeley’de geliştirildi.
Dünyanın en genç en dinamik insan zenginliğine hitap eden İstanbul Üniversitesi bu üniversitelerin hepsinden daha eski, hepsinden daha köklüdür. Moskova ve Berlin Üniversiteleri Darul Fünun diye kurulan bu üniversiteden yüzyıllar sonra kurulmuş olmalarına rağmen tüm dünyaya sayısız bilim, sanat ve kültür katkılarında bulunmuşlardır. Hegel, Marx, Schopenhauer, Einstein, Bismarck ve onlarca Nobel ödüllü akademisyenler çıkaran bu üniversitelerin, hangi genç akademisyenlerin yarın ne olacağını tesbit eden medyumları yoktu. Berlin Üniversitesi, Mesleki öğretim ile araştırmanın birlikte yürütülmesi ilkesine dayalı bir modelle gelişmiştir. Yani bu üniversitelerin zeka ve yeteneklerin kendilerini geliştirmelerine olanak veren, teşvik eden bir kurumsal kültürü vardı.
Her zihne her akademisyene olabileceğinin en iyisi olma olanaklarını sağlayacak, katılımcı, özgürlükçü, fırsatta eşitlikçi bir kültür geliştirmek için eksik olan nedir? Herkes deha değildir. Amerikalıların tabiriyle herkes Rock Star değildir. Yaratıcı dehaların sayısı azdır. Nerede ve kim olduklarını tesbit etmek zordur. Dehanın ortaya çıkması bir yönetim ve kurumsal kültür problemidir.
Bir örnek alıntılayayım: Amerika’nın Columbia Üniversitesi’nde çalışan rahmetli Prof. Edward Said’in, 2000 yılında Lübnan sınırından İsrail karakoluna taş attığı fotoğrafı yayınlanınca, Neo-Conlar ve Siyonist lobisi Said’i işinden attırmak, linç ettirmek üzere harakete geçti. Üniersite’nin yöneticilerinen Jonathan R. Cole, Said’i aşağıdaki cümlelerle savundu:
“Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten/felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty‘ (Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir… Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, ‘doğruluk‘ mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir… Eğer Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?… İfade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim.” (Radikal, 24 Eylül 2005)
Çalıştıkları disiplinlerde ülkesine ve insanlığa bir katkı sunan kişidir akademisyen. Mesai veren bir memur değil. İktidarın tetikçisi ya da megafonu değil. Üniversite aklın, bilimin, araştırmanın kurumsallaştırılmasıdır. Bilim keşiftir. Sanat keşiftir. Üniversite keşfin, beyin fırtınalarının beşiği, coşku atmosferinin cenneti olmalıdır. Bilim için, araştırma için, keşif için gösterilecek çaba üniversitenin varlık nedenidir. Üniversite bilgiyi üretir, öğretir sunar ve yayar. Araştırma-geliştirme ile üretir, eğitim faaliyeti ve disipliniyle öğretir, topluma, siyasal akla danışmanlık yaparak paylaşır ve yayın faaliyetleriyle yayar. Bunun için bir bütün olarak, tüm fonksiyonlarını senkronize ederek, etkin ve yetkin olmak durumundadır. Yani asgari eğitim kalitesi standartlarını yerine getirebilir düzeyde yetkin ve sürdürülebilirliğiyle etkin olmak durumundadır.
Bir kurumun algılanan kültürü de gerçek kültürü de aynı amaçlara dönük, herkesi kuşatan bir atmosfer üretmelidir. Kurumsal kültür teşvik ve ödüllendirme ile şekillenir. Son 10 yıla bakalım: Nedir üniversitelerimizin ürettiği? Son 10 yılda dünya literatürüne girmiş kaç üretimi, kaç patenti, kaç innovasyonu var? Ne tür çalışmalar ödüllendirilmiş, ne tür insanlar öne çıkmıştır?
Bir üniversitenin, mezunları ve üniversitenin akademyası için vizyonu; kültürsüz meslek adamları değil, bilim ve kültürle harmanlanmış değişim öncüleri olmalıdır.
Kabına sığmayan ülkemizin doğal bir ifadesi olan üniversitemizi de akademyanın tarih sahnesine yeniden çıkaracak tarihsel ve kültürel ipuçları onu oluşturan özden ve dünyaya açılmaktan çıkacaktır. ‘Akademia’ ve ‘medrese’nin anlamından başlayabiliriz. Asya’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslara oradan Balkanlara; tüm coğrafyanın düşünce, bilgi, bilim ve pratiklerini birleştiren, sentezleyen bir akademik kültürün kurumsal ifadesi olabilir İstanbul Üniversitesi…
Dünyaya yön veren üniversitelerin en belirgin özelliği, tarih ve kültürümüzün bize de emanet ettiği bir çerçevedir: Yani Özgürlük ve özerklik. Lafta değil kurumsal kültürde ve tüm faaliyetlerinde özgürlük ve özerklik. Disiplin ve sorumlulukla taçlanmış özgürlük ve özerklik. Akademik faaliyetin içeriğini seçme özerkliği, Akademyanın bu faaliyetlerin sonuçlarını ifade özgürlüğü ve irade yani uygulama özgürlüğüdür.
Siyasal ve ideolojik kaygıların birbirini tekrarlayan derinliksiz çabalarından öteye geçmek demektir bu. Siyasalın, etniğin, cinsiyetin üzerine çıkan, tüm akademyasını buluşturacak bilim ve keşfin coşkusuyla, ülkemize ve dünyamıza katkıda bulunmanın aşkıyla birlikte çalışma çabası, bu çabaların üniversitenin kurumsal kültürü haline gelmesi yani.
Dedim ya, bir hayal işte. Bu hayali siyasetçilerin önünde ayağa kalkıp ceketini ilikleyen profesör doktor karikatürlerine kim anlatacak?
Jonathan R. Cole gibi adamlarımız olmadıktan sonra, bu hayalin gerçek olma ihtimali çok zor.
Bizi silkelediniz.
Lafı eveleyip gevelemediniz.
Hele bu zamanda yaptınız ya bunları, bize alkışlamak, şapka çıkarmak ve sizi takip etmek düşer.
Bir de sizi baş tacı yapmak.