Ana / Yazı / Bir 28 Şubat Savunması

Bir 28 Şubat Savunması

Mehmet Efe duruşmada
Amerika’ya ayak bastığımda üzerimde o son duruşmada giydiğim aynı elbiseler, aynı kilim yelek, kadife pantolon, kadife gömlek vardı. Yanımdaki diğer sanık, yazıişleri müdürümüz Aslıhan Erverdi. Savunma öncesi Rahmetli Çetin Altan’la ilgili anım, sayfanın sonunda.

31/01/1997 günü, İstanbul Adliyesi, 2. Ağır Ceza’da görülen ve suç tekrarından dolayı savcının 6 yıl hapis istediği davada mahkeme heyetine sunduğum savunmamdır. Refah-Yol’un adalet bakanlığı (Şevket Kazan) tarafından açtırılan ve “İslami Camia”nın büyük ölçüde görmezden geldiği dava, savcının talebiyle düşürüldü.

Sayın Mahkeme Heyeti,

Türkiye bir yol ayrımındadır.

Artık kimsenin bundan bir şüphesi kalmamıştır.

Türkiye, hazırlıksız yakalandığı bir küresel değişimin tam göbeğinde; yeniden büyük bir ülke olmakla, hiçbir pazarlık şansı kalmamış, tüm potansiyellerini yitirmiş ve büyük ülkelerin yutuverdiği bir küçük ülke olmak arasında bir yol ayrımındadır.

Son on yılda yaşadığımız tüm sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel parçalanmanın, savrulmanın, iç çalkantıların, kamplaşmaların ve bunlar arasındaki gerilimlerin, bu gerilimlerin kolayca kışkırtılabilmesinin hasılı olanca dehşetiyle ülkenin salt çoğunluğunun üzerine çullanan gelecek korkusunun temelinde, hiç kuşkusuz, Türkiye’nin bu yol ayrımına hazırlıksız yakalanmış olmasının büyük payı vardır.

Bu yollardan biri adam akıllı bir hukuk düzeni ve adalete, diğeri güçlünün zayıfı ezdiği, adaletsizliğin toplumun tüm alanlarını ele geçirdiği bir zulüm diyarına açılmaktadır…

Yollardan biri tarihiyle kucaklaşıp, tarihin önüne açtığı hayat alanlarında halkıyla elele ve onurla geleceğe yürüyen bir Türkiye’ye; diğeri tüm dinamiklerini, zenginliğini, gücünü çarçur edip uluslararası oyunların arenası haline dönmüş bir harabeye açılmaktadır.

Yollardan biri şöyle bir Türkiye’ye yol açacaktır: Kimsenin kimsenin hakkına tecavüz edemediği, kimsenin geleceğinden korkmadığı, kimsenin piyangoda büyük ikramiyeyi tutturup Avrupa’ya kapağı atma hayalleri kurmadığı, herkesin haklarını bildiği ve kullanmaktan korkmadığı, her düşünce ve önerinin hayat bulduğu, özgürce kendini ifade edebildiği, ‘hakikat barikasının müsademe-i efkardan’ doğduğu ve milletin menfaatine olan her fikrin devlete katıldığı, insanları başı dik, toplum düzeni gerçekten adil bir Türkiye.

Diğer yol malum: Zenginlerin, güçlülerin, güç dengelerini ele geçirmişlerin, devlet mekanizmalarına yasalar ve hukuk dışında nüfuz edebilmişlerin, siyasilerin evet bir avuç güçlü azınlığın, asıl üreten salt çoğunluğu ezdiği, herkesin yaşayabilmek için köşe dönmeci, bencil, acımasız, sorumsuz ve düşüncesiz olmak zorunda kaldığı, insanların hastanelerden, karakollardan ve adliyeden korktuğu, adalet mafyalarının cirit attığı keşmekeşler, çalkantılar, faili meçhul cinayetler, işkenceler, kamplar arası kan davaları hasılı adaletsizlikler ülkesi bir Türkiye…

Her iki yol da şu anda her birimizin gündelik hayatında apaçık bir biçimde yaşayarak kendini göstermekte ve her birimizden bir çaba, bir karşılık, bir cevap istemektedir…

Defalarca yetkili ve yetkisiz ağızlardan ifade edilmiştir ki: İki Türkiye bir aradadır. Biri Hollanda, diğeri Bangladeş. Biri Bakırköy Galleri’da, diğeri Çarşamba Pazarı’nda. Mahkeme heyetinin sayın üyeleri de günlük hayatlarında bunu defalarca müşahede etmiş olmalıdırlar. Bir Çarşamba akşamı Fatih’te kurulan halk pazarından geriye kalan bozuk sebzeleri kapışmak için birbiriyle kavga eden yüzlerce kadını görüp, yarım saat sonra Bakırköy yolunda Galleria’da saati birkaç milyona bowling oynayan kadınları görebilirler.

Sadece geçtiğimiz günlerde bir ramazan akşamı görmezden gelenlerin bile ekranlarından dışarıya, odalarına uğrayan görüntüleri hatırlamak da yeter. Hayırsever bir iş adamının 3500 aileye yaptığı iftar yardımının dağıtımı sırasında yaşananları, görüntüleri sunan bir televizyon spikeri şu ifadelerle anlatıyordu: “inanılması güç çağdışı görüntüler yaşandı… Bu görüntüler açlık çeken bir Afrika ülkesinde değil, Türkiye’de Diyarbakır’da.” Evet… Uçurumun bu denlisi, bir ülkenin dibe vurmasıdır.

Tablonun tasvirini uzatmayacağım. Bilahare karşınızda bulunmamın sebebi olarak ele alınan yazımın kasıtlarını açıklarken bu tabloya tekrar dönmek zorunda kalacağım zaten.

Türkiye’nin hazırlıksızlığının temelinde, kendini yenilemek, vatandaşlarının taleplerini uygulayarak elele geleceğe yürümek yerine, onları baskı altında tutarak yerinde sayan yasaları dayatan ve benden sonra tufan diyen mirasyedi iktidar sahiplerinin payı büyüktür. Bir diğer önemli husus da ülkenin insan potansiyelinin insafsızca harcanmasıdır. Ülkenin yetişen gençliği, küçük bir şanslı kesim hariç; işsizlik, sosyal adaletsizlik ve yetersiz eğitimin doğal bir sonucu olarak şiddete, siyasal kamplaşmalara, uyuşturucuya, yasadışı bir yaşama yada yarı-tok yarı-aç bir sefalete mahkum edilmiştir. Buna rağmen ülkenin düşünen, tehlikelere işaret eden, farklı çözümler öneren, okuyan, tartışan, cesur, ülke meselelerini kendi meselesi edinen insanlar hala yetişmektedir. Ne var ki onların da farklılıklarını koruyarak var olmaları sürekli engellenmiş, beyinleri düşünce üzerindeki engellerle saf dışı edilmiş, ülkenin umutları kırılmıştır. Şu anda anayasada bulunmayıp, bir zamanlar bulunan düşünceyi, düşüncesini ifade etmeyi yasaklayan maddeleri düşünmek bile yeter. Uygulandıkları sırada kaç düşünen ve üreten insanı mahkum ettiğini hatırlamak, Türkiye’nin nice filizlerini, nice sürgünlerini budadığını anlamak için yeterlidir.

Sayın Mahkeme Heyeti,

Karşınıza 27 yaşında, hasbelkader okumaktan korkmayan, okumayı ve yazmayı, düşünmeyi ve düşüncesini açıklayarak insanlarla paylaşmayı tercih etmiş bir genç, bir yazar ve halen uzatmalı üniversite öğrencisi bir Türkiye çocuğu olarak aynı maddeden ikinci kez yargılanmak üzere getirilmiş bulunuyorum. İlkinde kendi imkanlarımla ve birkaç okul arkadaşımla çıkarttığım ve elden dağıtılan “Yerliler” adlı bir gençlik dergisinde yazdığım başyazıdan ötürü yargılandım.

Adalet bakanlığı, başyazımızı konu edinen bir fezleke hazırlamış ve savcılığı harekete geçirerek hakkımızda dava açılmasına yol açmıştı. Gençliği ülkesi hakkında gerçekten düşünmeye ve sorumluluğa davet eden yazımda, Devletin özellikle Güneydoğudaki yanlış tutumlarının derinleşecek bir bölünmeye yol açabileceğini ifade eden eleştirel satırlarımızda bilimsel ifadeler kullanmadığımız gerekçesiyle hakaret kastı bulunduğu kararına varılmıştı. Kimlik tesbiti yapılan ilk ve tek duruşmada oy birliğiyle hakaret kastı kanaatine varılarak 1 yıl ağır hapsimize, dergimizin de müsaderesine hükmedilmişti… Hangi kamptan olurlarsa olsunlar tüm gençlerin ülke çıkarları, asgari müşterek ve adalet talebinde işbirliğini savunan tek müstakil gençlik dergisi girişimi de böylece engellenmiştir.

Şimdi de ikinci kez, yine aynı özellikte, adalet konusunda tarafsız ve gerçekten dürüst olmaya çalışan yegane müstakil haftalık dergi girişiminin, ÜLKE dergisinin bir yazarı olarak buradayım. Yine Adalet Bakanlığının hazırladığı bir fezleke, yine Adalet Bakanlığının onayı ile bir soruşturma… Ne hikmetse yine aynı madde… Mahkum olamayacağım inancını koruyorum. İnşallah yine yanılmam. Çünkü ne yazdığımı bildiğime ve ne kastettiğimi açıkça ifade ettiğime inanıyorum. Çünkü yine yanılırsam, artık oturup sol elimle sağ kulağımı göstereceğim, samimi duygularımı yansıtmaktan çok, hukuk kaosunun mayın tarlasında yürüme tecrübeleri kazanacağım tatsız yazılar yazmaya başlarım… Ve bu da kısa bir süre sonra belki de ülke meselelerine kafa yorup yazmaktansa patlamış mısır ve sabun köpüğü kıvamında bir belediye veya televizyon şovmeni olmanın daha kârlı, tehlikesiz ve hatta daha faydalı olduğu duygusuna teslim edecek beni…

Sayın Mahkeme Heyeti,
Yargılandığım madde münhasıran “Türklüğü” diye başlayıp, ‘Cumhuriyeti, meclisi hükümetin manevi şahsiyetini, bakanlıkları, devletin askeri ve emniyet muhafaza kuvvetlerini ve adliyenin manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif etmeyi bir yıldan altı yıla kadar ağır hapisle’ cezalandırmaktadır… Her iki tabirin de (“tahkir” ve “tezyif”) madde kapsamına alınacak konularla ilgili olarak sübjektif değerlendirmelere/yoruma son derece açık olduğu, herhalde bu madde kapsamına alınan yüzlerce davada, sayısız kereler ifade edildi… Özellikle yayın yoluyla tahkir -hadi tezyifin tahkire kıyasla somuta biraz daha açık olduğunu düşünelim…- Evet yayın yoluyla tahkir kastı gibi asla nesnel olamayacak bir konuda düşüncelerin kamu önünde yegane açıklanma zemini olan meşru yayın araçlarının soruşturmaya uğraması, cinayet maksatlı silahlı teşekkül suçundan nedense iki katı daha ağır bir cezayla cezalandırılabilmeleri ve madde kapsamında dava açılması onayının adalet bakanlığı gibi siyasi bir makamın yetkisinde bulunması ülkede muhalif veya eleştirel düşünceler üzerinde yasa yoluyla skandala varan bir hukuk muğlaklığı doğurmaktadır.

Sayın Mahkeme Heyeti,
Tarafımıza iletilen ve iki aralıklı yazılmış toplam bir buçuk (1,5) daktilo sayfası uzunluğundaki iddianameye göre, hakkımızda soruşturma açılması, TCK.’nun 160. Maddesi uyarınca Adalet bakanlığının olurunun alınmasıyla mümkün olmuştur. 160. Madde, bir kişi veya kurum aleyhinde kamu davası açılması konusunda Adalet bakanlığına yetki vermektedir. Yani adalet Bakanlığı, önüne gelen fezlekelerden dilediğine olur verebilecek, dilediğine ise olur vermeyebilecektir. Açıkçası bu durum, Adalet Bakanlığına hukuk üzerinde bir nüfuz sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 10. Maddesi şöyle demektedir: “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Yasa devamlılığı, eşitliği ve tutarlılığı esas almalıdır. 160. Madde, Adalet Bakanlığı gibi siyasi bir organın hukuk üzerinde hak gaspına yol açabilecektir.bir çeşit yol kesmedir. Hem de kanun marifetiyle. Birtek örnekle geçip takdirinize bırakacağım. Mesela Adalet Bakanlığı bir muhalifine kamu davası açılması yönünde ilgili dairesi memurlarına baskı yaparak fezleke hazırlatabilir, soruşturma oluru verebilir ve bu suretle yargının bağımsızlığına da nüfuz edebilir. Bu nüfuz, muhtemeldir ki siyasi iktidara muhalif pek çok sesin yolunu kesen, medeni haklarını tehdit eden, hukuk yoluyla şahs-ı manevisini taciz eden sonuçlar doğurabilecektir. Bu yol kesmenin, sesini boğmanın tüm Türkçe sözlüklerde karşılığı eşkıyalıktır, şakiliktir / zulümdür. Yani yürütme, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak, söz konusu maddenin verdiği yetkiyle yargıya nüfuz ederek mahkum ettirebilecek, mesela eleştirel yayınların yolu silahlı teşekkül suçundan bile daha ağır bir cezayı öngörebilen bir maddeyle cezalandırılarak mağdur edilebilecektir. Yürütme ve yargı, devletin üçte ikisidir. Bu yolla bir kişi mağdur olursa, kanaatimizce o kişi, yakınları ve kendisi gibi düşünenler, durum açısından bakarak, kanun ve yürütme beraberliğinde yürütülmüş bir eşkıyalığa muhatap olmuş olacaklardır. İşte asıl tahkir ve daha da baskın olarak tezyif burada yatmaktadır. Devlet kendisini kutsal kabul eder ve kendisini tahkir konusunda vatandaşlarına karşı böylesine bir tablo sergilerse, o devlet kendi eliyle kendisini tahkir ve tezyif etmiş olur, ettirmiş olur.

EZCÜMLE: ilk talebim, 160. Maddenin, anayasanın 10. Maddesine aykırılığı iddiamızın göz önüne alınması ve yine anayasanın 152. Maddesi uyarınca bu iddiamız doğrultusunda 160. Maddenin anayasa mahkemesine sevk edilmesidir. Şimdi hakkımdaki Türkiye Cumhuriyetini tahkir ve tezyif ettiğim… daha açık bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devletine hakaret ettiğim, şeref ve haysiyetini aşağıladığım, alaya aldığım ve zayıflatıp çürüttüğüm iddia edilen yazıma geliyorum.

Söz konusu yazımdan bazı cümleler eskilerin tabiriyle siyak ve sibakından, yani bağlamından soyutlanıp altı çizilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni tahkir ve tezyif ettiğim iddia edilmiştir. Sayın Mahkeme Heyeti, Türkiye Cumhuriyeti, Anayasası’nın 2. Maddesi’ne göre: toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı …. demokratik bir hukuk devletidir.’ ifadeleriyle tarif edilmiştir. Sonu gelmez ucuz ekmek kuyruklarında bekleyenlerin, çöplerde yiyecek arayanların, sokaklarda barikat kurup birbirleriyle çatışanların, gazetelerin üçüncü sayfalarını çarşaf çarşaf dolduran gelecek korkusu terörü fotoğraflarına kanlı malzeme oluşturanların bu maddede tarif edilen böyle bir cumhuriyette yaşadıklarından haberleri olmasa gerektir. Onlar güçlü olanların ayakta kalabildiği vahşi bir ormanda yaşamaktadırlar… Yazımız bu gerçeğe işaret etmekten öte ne söylemiştir?

Anayasanın 5. Maddesi, devletin temel amaç ve görevlerini şu ifadelerle tarif etmektedir: “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” Sayın Mahkeme heyeti,tarif edilen devlet kimdir? Nerededir? Nasıl ortaya çıkar? Yani biz vatandaşlar onunla nasıl karşılaşırız? Kabul edersiniz ki, yasalar, insanların elleriyle dokunur, insanların gözleriyle görür ve insanların idrakleriyle uygulanırlar… Bu maddelerde tarif edilen Devlet, halihazırda yaşayan, vatandaşın temasta olduğu bir devlet midir? Vatandaş, ağırlıklı olarak devletle karakolda, adliyede, hastanede, okulda, mecliste ve orduda muhatap olmaktadır. Sorarım, son beş yılda buralara uğrayan vatandaşların dörtte biri memnun ayrılmış mıdır acaba? Son beş yıldır, sistemden, düzenden şikayetçi olmayan bir tek ses duymuş olan var mıdır? Söz konusu yazımızın, bu savunmanın girişinde de belirttiğimiz iki Türkiye gerçeğine dikkat çekmek maksadıyla yazıldığı yazının tamamında son derece barizdir. Tüm yazı boyunca mutlu bir azınlıkla her geçen gün mutsuzluğu artan bir çoğunluğun arasında bir gerilimin ve uçurumun üstelik herhangi bir siyasal kampın muhalefeti adına değil, kişisel hissiyatın samimiyetiyle tasvir edildiği hatta sonuçlarına ilişkin yorumunsa okuyuculara bırakıldığı her okuma yazma bilen orta zekalının anlayacağı kadar açıktır. Yazım şunu tesbit etmek, daha doğrusu şu gerçeği kayıtlara geçirmek, uyarmak çabasındadır: Güçlü, devletin imkanlarından imtiyazla yararlandığı için son derece hakim ve bu yüzden mutlu bir azınlığın dışında tüm kesimleriyle halihazırdaki Türkiye halkının salt çoğunluğu mutsuzdur, huzursuzdur, pek çok önemli hakları gasp edilmiştir, temel hak ve hürriyetlerin esamisi okunmamaktadır.

Paralı eğitimin doğurduğu fırsat eşitsizliğinin milyonlarca çocuğun yolunu kestiği apaçık değil midir? Bu çocuklar bir adaletsizliğin yollarını kestiği, devletin durumu değiştirmediği veya değiştiremediği insanca yaşamanın yolarının kesik olduğu bir Türkiye’de yaşamakta değiller midir? Ya haksız vergilere ne buyurulur? Ülkenin taze başbakanının ilk icra beyanlarından biri şu oluyor: “Haksız vergiler kaldırılacak.” Nedir bu? Bir anne düşünün ki ona çocuğunun karakola götürülüp işkenceyle öldürüldüğü söyleniyor… Karakolun polisleri işkence ettiklerini itiraf ediyorlar… Bu polisler idari ceza görüyor ve serbest kalıyorlar… Metin Göktepe yaşıtımdı.

Bu yazı sormaktadır ki bu anne, öldürülen gencin kardeşleri, yakınları, arkadaşları ve onunla aynı düşünceyi paylaşanlar ne düşünürler? Nasıl bir hukuk düzeninde yaşadıklarını hissederler? Ya faili meçhul cinayetler? Ya artık yetkili ağızlardan resmen meclis kürsüsünden ifade edilen son iki yılda inanılmaz bir tırmanışa geçmiş gözaltı kayıpları? Ya yanlış ihbarlarla evleri basılıp yargılanmadan ölü ele geçirilenler? Artık devletin ihmallerinin devlet yetkililerince açıkça ifade edilerek ayyuka çıkarıldığı çatışmalar, katliamlar, sefaletler? Resmen açıklanan ve ülke bütçesinin açığını fazlasıyla kapatan rantiye rakamlarına, ya rantiye sınıfına ne buyurulur? Ya dünyanın en sorumsuz, en kuralsız, en yetkili basını olan tekelci medyamıza?

Basının haklarına ve mahremiyetine tecavüz ettiği, intihar ettirdiği insanın yakınları bir de söz konusu basına devlet bankaları aracılığıyla halkın vergilerinin hortumlatıldığını öğrenince ne düşünür dersiniz? Anayasada tarif edilen Cumhuriyeti mi? Çocuklarının tabutlarının ardı arkası bir türlü kesilmeyen şehit anaları? Yegane suçlu olarak PKK’yı mı görüyorlar sanılıyor? Hakkari’nin çöplüklerinde yaşayanlara da sormak gerek…

Sayın Mahkeme Heyeti, yazımda cumhuriyet kelimesi iki cümlede geçmektedir. Bunlardan ilkinde eşkiya ve cumhuriyet kelimeleri yanyana gelmiş, bu cümlenin de altı Adalet Bakanlığındaki fezleke hazırlayıcıları tarafından suç delili olarak çizilmiştir. Cümle şudur: “Ve mahremiyetlerine tecavüz edilen, ikiyüzlülüğün en çarpıcı örnekleriyle manipüle edilen, hiçbir suçu sabit olmamışken katil, terörist, sapık ilan edilen, hiçbir tekzibi yayınlanmayan, cevap hakkına tükürülen, vergileri cukkalanıp zalimlere paspas edilen milyonlarca OKUYUCU yada İZLEYİCİ için tam bir eşkiya cumhuriyetidir….” Aslında bu cümleye birebir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kast ettirmek için, savcılığın iddianame yazan birimindeki kötü niyetli uyanıklığın cumhuriyet kelimesinin baş harfini büyük dikte etmesi mümkün değil yeterli gelmez. Yayınlanmış metinde buradaki kelimenin baş harfi küçüktür. Ama ben savcılık gibi sadece bu küçük nüanstan medet umacak değilim. Hatta savcılık gibi davranıp şu kontur mantığı da geliştirmek mümkündür. Kullandığım ifade eşkıya değil eşkiyadır. Ve tüm Türkçe sözlüklerde bu kelime, halk dilinde ekşi olarak geçmektedir. Yani eşkiya denilerek tabir caizse ekşiler, ağız tadı bozucular cumhuriyeti denilmek manasına bir espri serdedilmiştir de diyebilirim. Ama hayır bu da en az fezlekecilerin ve iddia makamının insanı tebessüm ettiren zorlama yaklaşımı kadar zorlama olacaktır. Bu cümlenin kimleri kastettiği açıktır.

Medyanın mağdur ettiği milyonlar açısından bakmaya çalışarak bir tepki dile getirilmiş ve adeta bir “medya devleti”nde yaşandığı bir “medya cumhuriyeti”nde yaşandığı çarpıklığına işaret edilmek kastedilmiştir. Bu basit mecazı anlayamamak için ne kadar özel tv ana haber bülteni seyretmek lazım bilmiyorum. Cümlenin tasvir ettiği örnekler, gazetecilere yapılan saldırıların da açıklayıcısıdır herhalde…

Kastettiğimi açıkladıktan ve yazının yazarı olduğuma; dolayısıyla aynı zamanda tek tanık olduğuma göre beyanımın dikkate alınacağını umduktan sonra şunu da eklemeden yapamayacağım: Diyelim ki bununla halihazırda devletin işleme biçimini kastettik; Susurluk’ta vuku bulan malum kazanın açığa çıkardıklarından önce yazmış olmamız mıdır bizi buraya getiren? Kastettiğim medyası, siyasetçisi, devlet görevlisiyle tüm ağızlardan yükselen şu ifadelerdir: “Devletle mafya içice girdi”, “emniyette mafya gölgesi”, “devlet, mafya, aşiret üçgeni” gibi… Gelelim ikinci cumhuriyetli cümleye: “…Ama bağımsızlık ve istiklalini Avrupa’ya peşkeş çekenlerin demokratik cumhuriyetinde, alenen bir kölelik rejiminde yaşamaktadır.” Yazımda çaresiz ve savunmasız bırakılmış kitleleri temsilen bir baba tasviri yapılmış, babanın provoke olup eline bayrak alıp sokaklarda koşturmasının acıklı bir çelişki olduğu vurgulanmıştır. Çünkü bu baba, bir gazete patronunun, o baba gibilerin vergilerinden çalınan paralarla satın aldığı yatına Yunan bayrağı veya İngiliz bayrağı çekmekten utanmayan bir medya patronunun çıkardığı gazetenin çağrısı üzerine provoke olmaktadır. şöyle denmiştir: “O babanın bayrağımızı sevmesi kaçınılmazdır; sevmelidir, vatan ve kimliktir bayrak. …Ama bağımsızlık ve istiklalini Avrupa’ya peşkeş çekenlerin demokratik cumhuriyetinde, alenen bir kölelik rejiminde yaşamaktadır.” … bu sübjektif bir iddiadır. Savunma boyunca tasvir ettiğim, söz konusu yazıda da gerekçelendirdiğim bir Türkiye tablosunun karanlık yüzünde yaşayanlardan biridir o baba. Karanlık yüz, hali hazırda uygulanan ya da uygulamamalardan kaynaklanan bir rejimle yüz yüzedir. Ve yatına İngiliz bayrağı çekenler, ülkeye bence ihanetten başka bir anlamı olmayan şartları havi bir gümrük birliği anlaşması imzalattılar… Bu da düzenli okuyucularımın anlayacağı bir göndermedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 6. Maddesi de devlete şöyle bir yükümlülük yükler: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. … Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” Evet egemenliğin güçlülerin eline geçtiği, anayasadaki devletle hiçbir ilgisi kalmamış ve anayasanın ay-yıldızlı bir gazete promosyonuna indirgendiği “bu düzen, kokuşmuştur.” Kendini taze sürgünlere açtığı, farklı çıkışlara ve muhalif arayışlara yol açtığı, düşünce ve duyarlılığın önündeki engelleri kaldırdığı ölçüde tazelenecek…

Sayın Mahkeme Heyeti, bu yazı genç bir kalemden çıkmış bir eleştiri ve düşünce yazısıdır. Ancak ve ancak ülkenin yaşanmaya değer bir ülke olmasını kastettiği de girişinde yer alan uzun uzun dört paragraf boyunca keşke bunların yazılmasına gerek kalmasaydı çerçevesindeki ifadeler yeterli olsa gerektir. Bu yazının yer yer duygusal olduğu söylenebilir ama zaten edebiyata da yer veren bir haftalık kültür dergisinde yayınlanmıştır. Bu yazı şu gerçeğin farkında ve onunla dilinin, dimağının yettiğince mücadele etmeye çalışan bir hissiyatın ifadesidir: Adaletin herkese lazım olduğu gerçeği.

Türkiye Cumhuriyet Anayasası, Madde 14: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, ….temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeninin kurmak amacıyla kullanılamazlar…” Başbakanının bile rantiye sınıfından söz ettiği bir ülkenin Anayasasında yer alıyor bu ifadeler…Alıntılağım satırlar bir mahkeme kararından alınmıştır: “Düşünce açıklama ve eleştiri; demokrasinin ve uygarlığın gereğidir. Düşünce açıklama özgürlüğünün varlığı; çoğunluğun inandığı ve iktidarı kullananların dile getirdiği görüşlerin söylenebilmesiyle değil, bunlardan faklı, belki de bunlara zıt görüş ve düşüncelerin de ifade edilebilmesiyle anlaşılır. Farklı düşüncelerin ve çok-sesliliğin tahammül ve hoşgörü ile karşılanması, yanlışların düzeltilmesi ve toplumun daha ileri çizgilere ulaşması yolunda bir adım teşkil eder. Hukuk devletinin hakim olduğu demokratik bir toplum hayatının asıl teminatı; toplumun duyarlılığında ve yurttaşların bilinç ve iradesindedir….Toplumun duyarlı olması, devletin tamamıyla hukuka uygun işlemesi gereğini vurgulamaktadır. Hemen işaret edilmelidir ki: ‚ok sesliliği kabul edince tepki ve düşüncelerin ifade tarzlarında da farklılıklar olacağını kabul etmek gerekir….” Bu ifadeler benim yazımdan çok sonra, Susurluk kazası üzerine kendisiyle yapılan bir söyleşide kullandığı‚ Çete Devleti ifadesi yüzünden Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde benimle aynı maddeden yargılanan‚ Çetin Altan‘ın beraatine verilen karardan aynen alınmıştır. Anayasanın 24. Maddesi, herkesin kanaat özgürlüğüne sahip olduğunu tesbit ederken, 25. Madde, “her ne sebeple olursa olsun kimse düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” ifadesine yer verirken, 26. Madde de şöyle demektedir: “Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.”

Savunmamın başında Türkiye’nin bir yol ayrımında bulunduğunu ve yollardan birinin adalet ve hukuka; diğerinin zulüm ve haksızlığa yol aldığını ifade etmiştim. Adalet bakanlığının önünüze getirdiği bu davada da vereceğiniz kararla, iki yoldan birine katkıda bulunacaksınız.

Saygılarımla.


Haziran 1996’da  çıkarmaya başladığım haftalık ülke dergisinin 1 temmuz 1996 tarihli sayısının arka kapağında yer alan dava konusu yazımın fotoğrafıdır. Okumak için tıklayın:

Hiç Bir Şeye Katılmıyorum!


 

Bir Çetin Altan Anısı

Son duruşmadan önce vefa borcu duyduğum Çetin Altan’la aramızda geçen sürpriz görüşmenin hikayesini ve savunmamı nasıl etkilediğini de hatırlamak isterim:

Temmuz 1996’da, Ülke dergisindeki yazım üstüne TCK 159/1’den, “Cumhuriyet’i Tahkir ve Tezyif Etmek” suçlamasıyla ve suç tekrarı dolayısıyla 6 yıl hapis cezası tehdidi altında yargılanıyordum.

Malum 28 Şubat süreci..Tutuklanmam kesin gibiydi. Mızraksız İlmihal romanıma ve ‘keskin’ yazılarıma kızan mahalle, duruşmaları görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Nitekim dava tezkeresi, Refah-Yol hükumeti Adalet Bakanı Şevket Kazan‘ın bakanlığı tarafından hazırlanmıştı. Belki de daha o zaman, biraderimin tabiriyle, “biz iktidar olursak her şey mübah” mesajı için örnek seçilmiştim. Kurucusu olduğum kendi gazetem Yeni Şafak bile duruşmalara muhabir göndermiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, Hakan Albayrak dışında mahalleden kimse davayı yazı veya haber konusu yapmaya değer bulmamıştı.

Savunmamı hazırlamak için erteleme isteyip durduğum, verilen son sürenin dolduğu, kendi avukatlığımı yaptığım işte o günlerde, en karamsar bir anımda, aynı maddeden hüküm giymiş Çetin Altan‘dan sürpriz bir telefon aldım.

Çetin Altan“Delikanlı” dedi Çetin Altan, o meşhur sesiyle, “benim aklıma geç geldi bu, ama İnşallah senin işine yarasın; savunmanı bu 159/1’in anayasaya aykırılığı üstüne kurarsan, davayı düşürürler. Çünkü bu kullanışlı, keyfi ceza maddesini Anayasa Mahkemesinde tartışmaya açmak istemeyeceklerdir.”

Sonra tane tane, sabırla, hangi maddeleri vurgulayacağımı anlattı. Hatta, sakın kabadayılık yapıp hapse girmeyi tercih etmememi, değmeyeceğini, özgürlüğün çok kıymetli olduğunu bile eklemeyi ihmal etmedi. “Hemen otur, Anayasayı da bir güzel oku, sıcağı sıcağına yaz savunmanı.” dedi.

26 yaşındaydım. Daha önce kendisiyle hiç bir temasım veya tanışıklığım olmamıştı. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi, zahmetine ve tavsiyelerine nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim.

O sıralar kendisi hakkında yazsam muhtemelen O’nu acımasızca yargılayacağım ve bunu da bilen Çetin Altan, kendi abilerim, üstadlarım, hatta arkadaşlarım ve mahallemden daha çok ilgi göstermişti özgürlüğüme.

Dava, sonraki ilk duruşmada, SAVCININ TALEBİYLE düştü. Savunmamın Anayasa maddeleriyle ilgili kısımlarını Çetin Altan‘ın tavsiyeleri üstüne kurmuştum.

Son yirmi yıldır  özgürlüğümü biraz da Rahmetli Çetin Altan‬‘a borçlu sayarım.

https://www.facebook.com/mehmetefecom/posts/907952015963845

Çetin Altan

Bunu da okuyun...

Ödediğin bedele inanamıyorum, inanamıyorum.

(28 Şubat sürecinde, Refah-Yol hükumeti sırasında yayınlanan son yazılardan) Mideme kramplar giriyor. Bana bu kadar …

2 yorumlar

  1. Muhsin Taşkıran

    Allah ömrünüze bereket versin.
    Yıllardır verdiğiniz mücadelenin zerresinden bizlere de nasip etsin.
    Allah razı olsun.

  2. Merhaba

    Siz fatih carsamba yi nekadar taniyorsunuz ?
    Carsambayla ilgili ne gibi yaşanmişliğiniz var ?

    Saygilar..

Muhsin Taşkıran için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir