Kürtlerle birlik ve ortaklığın nice imkan ve fırsatını hovardaca tuz-buz eden Türkiye’nin Devletbaşkanı, Haziran seçimleri sürecinde, Kürtlerin Esed ve IŞİD zulmünden kurtularak özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanmalarına asla müsaade etmeyecekleri şeklinde okunabilecek bir “bütün dünyaya sesleniyorum” deklarasyonu yapmıştı.
Bu deklarasyonun yürürlükteki Suriye politikalarından geri adım atmanın yolunu aradıklarının bir tezahürü olup olmadığını pek önemsemiyorum. Asıl ciddiye ve dikkate almak istediğim, adeta bu deklarasyonla eş-zamanlı ve IŞİD’in Kobane saldırılarıyla birlikte dozu iyice arttırılan ve hem Kürtlere hem Türklere aynı anda boca edilen bir simetrik propagandanın başlamış olduğudur.
Simetrik propaganda bombardımanı, bir özet
Türklere:
- ‘Kürtlerle barış yapmanız mümkün değil’,
- ‘Bakın zaten Filistin, Mısır, Türkmenler, Doğu Türkistan gibi meselelerde hiç oralı olmuyorlar’,
- ‘Türkmenleri, Arapları göçe zorluyorlar’,
- ‘Asıl ırkçı onlar, Kürtler şımardılar, azdılar’,
- ‘Bak Güneydoğuda devlet kurdular bile, siyasi mücadele bir aldatmaca, silahları da bırakmıyorlar’,
- ‘İstiklal Marşı’na saygıları yok’,
- ‘Bebek katilleri, kana susamış caniler, Dinsiz bunlar, eşcinselleri savunuyorlar, İslam düşmanı bunlar’,
- ‘Ermenilerin ve Türkiyenin düşmanlarının emelleriyle iş tutuyorlar, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok zaten, maşa bunlar, Türkiye’yi parçalamak isteyen hainler bunlar’…
Öte yandan Kürtlere:
- ‘Müttefikiniz İsrail ve ABD’dir’,
- ‘Devlet kurmanızın vakti geldi, tek engeliniz Türkiye’nin devletidir’,
- ‘Nitekim Türkiye IŞİD’i de destekliyor’,
- ‘Bakın Barış Süreci de bir yalanmış, Türklerle birlikte hareket etmek bir kandırmacaymış’,
- ‘İslam sadece onların sizi sömürmek ve asimile etmek için kullandıkları ve o konuda bile iki yüzlülükten başka bir şey sergilemedikleri bir afyon’,
- ‘İslam sizin tarihsel yürüyüşünüzün ayak bağı’,
- ‘Türkiyenin sistem geleneği herkesle iş tutar ama Kürtlere gelince kibir ve nefretle hareket eden ahmak ve ırkçı bunlar’,
- ‘Herkesin devleti var, sizin niye yok, IŞİD’e bile devlet kurdurdular’,
- ‘Suriye’deki Kürtlere dönük tavırlarını Esed politikalarıyla eşitlemişler, Körfez ağalarının ipiyle kuyuya iniyorlar’,
- ‘Esed karşıtı her oluşuma açık tutulan sınır kapılarını bile ancak çığlıklar ayyuka çıktıktan sonra Kürtler için açtılar’,
- ‘Sizi yalnız bırakanlar şimdi de Kürtler’in kendi başlarının çaresine bakmalarına müsaade etmeyecekmiş’,
- ‘Bak İsrail ne güzel örnek, kültürünüz bize yakın, sizinle çalışırız diyorlar’,
- ‘Siz kahramansınız, petrolünüz de var, sizi Akdeniz’e de bağlayacağız’,
- ‘Barzani bağımsızlık ilanına hazırlanıyor zaten, kimseye ihtiyacınız yok..’
- ‘Türk Devleti Kürdistan’da işgalci.’
…şeklinde cümlelerle özetlenebilecek bir bombardıman bu.
İşin kötüsü, her iki tarafa pompalanan sloganları temellendirecek tutum ve söylem örneklerini bulmak da zor değil. Özellikle AkP ve megafonlarının aklı dumura uğratan şaşkınlıklarında.
Yüksek müsaadelerinizle Mamoste, geldiğimiz kavşakta bu bombardımanın aslında örtbas ettiği şeyi, önünü kestiğini düşündüğüm bir kaç nokta ile ilgili acizane bir okuma yapmaya çalışacağım.
Bence “Barış Süreci”, sadece Türkiye Kürtleri açısından değil, tüm Kürtlerin ve Türklerin, tüm bölge için yükseltebileceği, öncülük karakterine sahip bir çözüm umudunu da ortaya çıkarmıştır.
Tüm dünya halklarına acı ve sömürüden başka bir şey kazandırmadığı için çatırdayan dünya sistemi ve sistemin çatırdayan Ortadoğu dengelerinin ortasında, sistem dışı kondisyonu ve mücadele gücüyle tarih sahnesine çıkan Kürtler, Türkiye’de verdikleri mücadelede sadece Türkiye’nin resmi ideolojisine geri adımlar attırmakla kalmadılar: Anadolu ve Mezopotamya’yı Türklerle birlikte vatan kıldıkları gerçeğini de hatırlattılar.
Newroz’u hatırlayalım.
Bugün Türkiye denilen topraklar 30 yıldır baştan başa bir kan gölü haline gelmediyse, askere gönderdikleri kınalı çocuklarını tabutlar içinde teslim alan Türklerin acılarını gömüp çarenin Türkiye’ye egemen sistemin ülkenin tüm halkıyla barışık olmasında görmeleri, o devleti Kürtlerle kurduklarını hatırlamaları, sessizlikle ortak oldukları zulümlerden utanmaları, vesayet ve bağımlılıktan kurtulma arzuları, “hepimiz bir ve beraberiz” diyebilmeleri ve Kürtler’in de uğradıkları onca zulme, ağır bedellerine rağmen sabır ve sağduyuyu kaybetmeden direnmenin yollarını bulması sayesindedir. Bu ortak arzular barış sürecini mümkün kıldı, siyasilerin veya mücadele aktörlerinin örtüşen çıkarları değil.
Siyasal konjonktürün üzerinde ve bu topraklardaki devletlerden daha sürekli ve daha derin köklerden beslenen bir şeydir bu. Katliamlarla tasfiye edilememiş, bombalarla yok edilememiş, gözaltında kaybedilememiş, işkencelerde kırılamamış, Diyarbakır’dan İstanbul’a her şehirde kurulmuş darağaçlarında asılanlarla yok edilememiş bir şey. Mayınların patlatamadığı, kanlı sınırların ötesinde varlığını korumuş bir şey.
Dün, dört parçaya bölünmüş tüm Kürtler için “Bağımsız Birleşik Kürdistan mücadelesi” hayali kuranlar, 40 yılın sonunda, bugün, “Demokratik Konfederalizm” denilen bir arayışta ifadesini bulan bir başka uyanışı da ortaya çıkardılar. İçeriği, dili, temelleri tartışılabilir ve tartışılması da gerekir ama asıl önemli olan bu arayışın vurguladığı sancı ve bölgedeki tüm halkların çaresizliğinin farkında oluşudur. Sistemin ipoteğinden çıkma ihtiyacı, hepimiz için bir varoluş kavgasıdır. Parçalanmışlığımız asıl kime yarıyor?
“Demokratik Özerklik ve Konfederalizm” diye söyleme kavuşturulmaya çalışılan arayış, dün batı karşısında bu toprakları savunmak isteyen ve hatalarıyla bu topraklara bedeller ödeten İslamcıların da, 6. Filoyu protesto eden gençlerin de, Avrupa Birliği karşısında “İslam Birliği”ni öneren “milli” siyasetçilerin de bir türlü pratiğe dökemedikleri aynı arayıştır. Temelinde, farklı etnik ve/veya dini kimliklerin değerlerini koruyarak bir arada yaşayabileceği ve işbirliği yapabilecekleri bir eşitlikle sistemden bağımsızlık, Emperyalizme karşı savunma ve adalet içinde yaşamak arayışıdır bu.
“Türkiyelileşme” söylemiyle siyasal vesayet kırıntılarının barajlarını yıkan Kürtler, ödedikleri ağır bedelleri, durumdan vazife çıkartanların ve çatışmadan beslenenlerin planlarına kurban da etmemeliler. Savundukları onurlarını etnik, mezhep, siyasal egemenlik mücadelesi temelli mülevves tahriklere karşı da korumalılar.
“Ulus Devlet” projesini Emperyalizmin bir oyunu şeklinde kodlamayı başarmış Kürt Siyasi Hareketi, bölgemizde kışkırtılıp duran mezhep, din ve ırk çatışmalarının üzerine çıkma kabiliyeti ve etnik devlet yerine, etniği aşan bir “konfederalizm” savunabildikleri için hem Kürtlerin hem Türklerin, top-yekün tarih sahnesine çıkışında önemli bir öncülük potansiyeli taşıdıklarını da göstermişlerdir. 2013 Newroz’undan beri “Siyasal Ortaklık” çaba ve söylemleri bu potansiyel ve kabiliyetin tezahürleriydi.
Bu tarihsel yürüyüş, Türk, Kürt, Fars, Ermeni, Arap, Şii, Sünni, Ezidi, Nusayri hatta Yahudilerin de “ya hep birlikte özgürleşiriz ya da kanımızı emmeye ve dökmeye devam edecekler” düşüncesinin yürüyüşüdür. Zamanı gelmiş bir düşüncenin.
Mücrim bir Ulus Devletin, üstelik “ulus”un %20’sini ulustan saymayan bir oligarşi devletinin çöküşünden yükselerek, “yeter” diyen halkın iktidara getirdiği ve 13 yıldır “millet iradesi” sloganını günde en az beş kez tekrarlarken, kendi beceriksizlikleri ile yüzleşmek yerine, Ulus Devlet reflekslerini hortlatmakla iktidarını koruyacağını sananları, masayı devirdiklerinde altında kalacaklarını görmeyecek kadar şaşmışları aşan bir yürüyüş olmalı bu yürüyüş.
40 bin insanımızın öldüğü 30 yıllık bir iç savaşı sona erdiren ve öncülüğünü yapmak dirayetini gösterdikleri “barış süreci”ni bile, seçim sandığı hesaplarına kurban ettikleri için, üstelik kendi vatandaşı ve kader ortağı 20 milyon Kürdün onurunu incitmekten çekinmeden kurban ettikleri için, daha fazla güç talebine sandıktan “yeter artık, aklınızı başınıza alın” cevabı aldıklarının farkına varmadıkları için, bölgeyi kuşatan ateşin üstüne boca edilen simetrik propagandaya Kürtlerin öz-savunma hakkını bile tehdit eden diskurlarla benzin taşıdıkları için, bu ülkenin “edi bese” diyen sağduyusunda yeni macera endişeleri tetikledikleri için gerilemeye devam edecekler.
Kendi doğal parçası Kürtlerin doğal müttefikleri olma iradesini gösterememeye devam ederlerse zaten çok yakında, dün Kemalistlerin uyandığı aynı şaşkın sabaha uyanacak ve gerçek hayatın hafızasında alacakları yer, ülkenin tarihsel fırsatlarını tarumar etmeye kalkışanlar olarak “Allah’ın parmağı yok ki gözüne soksun” gibi özdeyişlerin yanı başı olacaktır.
Ama bunca dehşetin içinden geçerek tarihin sahnesine çıkmayı başaran ve Rojava’da sadece evini değil aynı zamanda tüm halklarla birlikte yaşama arayışlarını savunan Kürtler, özgür ve eşit olarak kendi geleceklerini tayin etmeyi ve devletin sorumsuzluklarına rağmen Türklerle müttefik olmaya DEVAM etmeyi de başaracaklardır. Başarmak zorundayız.
Şimdi, nereden geliyorsa bu simetrik tahrik bombardımanı, Türklerin unutmak istedikleri ve henüz kabuk tutmaya başlayan yaralarını kanatmak, Kemalist oligarşinin zerkettiği dumura uğratıcı zehirleri yeniden köpürtmek, Araplara da Kürtleri İsrail’in ördüğü yeni çorap olarak kodlatmak ve Kürtleri de kültürel ve tarihsel kimliklerinden soyup etniğe indirgemek dışında hiçbir sonuç güdüyor olamaz.
Rüşdümüz onların hesaplarını aşmalıdır.
Bize “rüşdünüzü ispatladınız” diyenler, dün bizi dört parçaya bölüp her bir parçamızı kendi yurdunda paryalara döndürenlerle aynı iradedir. Dün tepemize firavun piramitleri dikip onları kimyasal silahlarla donatanlar, Arabı İslam’dan soyup Arap olmanın matah bir şey olduğuna ikna edenler, Anadolunun kurtuluş mücadelesini Emperyalist sistemin Türkiye şubesi olarak Türk devleti haline getirenler, bugün evimize saldırıları tasarlayanlar da aynı Şeytanlar. Onlar biliyorlar parçalamayı, haritalar çizmeyi, Tanrı’yı oynamayı. Biz Ulus Devleti ne sanıyoruz?
Unutmayalım ki IŞİD, bu topraklarda epeydir yürürlüğe konmaya çalışılan planların dibe vuruşunun sonuçlarından biri. O’nu doğuran nedenler sadece bölgedeki güçler değil, aynı zamanda o güçlerin çözüm sandıkları müdahalelerin sosyolojiyle çatışması. IŞİD saflarına da (Kürtler dahil) bölgedeki her halktan gençlerin katıldığını unutmayalım. Çözümsüzlüğün bir ürünü o; hak etmediklerini isteyenlerin öfkeli, kesin inançlı, kanlı bir tanığı ve aynı zamanda çaresizliğin ilanı. Kendi inşa etmediğimiz çözüm veya zaferin bize yaramayacağını anlamamız için Ortadoğu’nun son yüz değil, son elli değil, son beş yılına bile bakmak yeterli olacaktır.
Irk temelli devlet matah bir şey olsaydı, Baas rejimleri altında yaşayan halklar abad olurlardı. Bakalım yakın tarihe, “Enfal” katliamlarını hatırlayalım, Mehabad’ı, Halepçe’yi, Hama’yı. Bünyesinde Türkiye kadar çeşitlilik barındırmayan Türk devletlerinin durumlarına bakalım. Türkiye’de yaşayan biz Kürtlerin de aslında sahibi oldukları Türkiye Cumhuriyeti’nin daha ikinci millet meclisinde neye dönüştüğünü hatırlayalım. Kendine Yahudi Devleti diyen İsrail’i mi örnek alacağız?
Dün TSK saflarında çocukları öldürüp PKK üzerine yıkan korucular ve Jitem’le çalışan Kürtleri, bugün IŞİD saflarında Kobane’ye saldıran Kürtleri düşünelim. Yarın, temel karakteri etnisite veya ırk olan bir ulus devletin başına birer Kürt Saddam veya Kürt Netanyahu çıkma ihtimallerini düşünelim. Arab’ın petrolü Arab’a yaradı mı ki Kürd’ün petrolü Kürd’e yarasın? “Atakürt” olmaya hevesli ne Kürtler çıkacak daha! Kobane’de Rojava’da vurulan gençlerimiz kadar, şimdi kitap okumayı bırakmış, mücadele geleneğimizin kazanımlarına bedel ödememiş, analarımızın sabrını ve dualarını anlamaktan uzaklaşmış, Güney Kürdistan’da Rothschild’lerin şirketlerine devredilen petrolün geliriyle kurulmuş televizyon istasyonlarında yarı çıplak hoplatılan baldırlarla hormonlarına tavan yaptırılan, barış süreci devam ederken sokaklarımıza boca edilmiş Kapitalizm’in oyuncaklarıyla oynayarak sosyal medyada ergen sloganlar atan gençlerimiz de, Yasin Börü’müzü vahşice katleden çılgınlık da bizim gerçeğimiz artık. Türkiye sağının nargileci trollerine Kürt düşmanlığı twitleri attıranlar, bizim hormonlulara da “Ulus Devlet”, “Serok Netanyahu” sloganları attırıyorlar adeta.
Yapmamız gereken, evimizi, yurdumuzu savunurken, öte yandan hepimizi sistemin ipoteğinden çıkaracak arayışı yitirmemektir. Bunun yegane şartı da ortak paydalarımızı esas almak; etniğe, mezhep düşmanlığına, ırk vurgularına, her ne olursa olsun, her koşulda, ASLA prim vermemektir. Cehalete, tembelliğe ve sloganlara da. Tayin edeceğimiz kendi kaderimiz, etrafımızdaki herkesin kaderi, özellikle Türkler’in. Türklere rağmen bu böyle.
Kimse tek başına özgür olamaz.
Türk olmayı kendi başına bir değer sanan Türkün de, Kürt olmayı kendi başına bir değer sanan Kürdün de Şeytan’ın megafonluğundan öte bir katkıları olmayacak. Değer, birbirimize ve diğerlerine nasıl davrandığımızdır. Aşık Veysel’den toprağın kokusunu duymaya devam eden Kürtlere artık Cigerxwîn ve Ehmedê Xanî‘nin şiirleriyle gözleri yaşaracak Türkler eşlik etmeli.
Kolay olmadı, kolay olmayacak ama “ezilen” ve “ezen” eşiği, “sömüren ve “sömürülen” eşiği, hem Kürtler hem de Türkler için (Türklük megafonlarına rağmen) aşılmış durumdadır. Kürt halkı, kendine Türk diyen halktan daha ağır bedeller ödedi buna ama her iki taraf da büyük ölçüde ortak kaderi ve ortak bir gelecek tasavvurunu müdrik bir sağduyunun mümkün olduğunu da geçtiğimiz seçimlerde gösterdiler. Bu noktadan ileri gitmemiz gerekiyor, geri değil.
İnanıyorum ki dört parçayı birleştirecek yol da Kürt Halkının irade ve karar sürecinin güçlendirilmesinden geçiyor. Çünkü Allah’ın müsaadesiyle ve mücadele azmiyle, Kürtler, Ortadoğu’nun eşit ve özgür bir parçası, hatta ve inşallah, birlikte halay çağrısı olarak tarihin sahnesine çıkacak. Bu çıkışın sürecini ve üslubunu belirleyecek olan, tahriklere kapılmayacak özgüvenin sahibi Kürt Halkıdır; bölgeyi ateşe ve kana boğan sistem ve uzantıları değil. Sistemin himmetleriyle varacağımız yer, daha iyi bir yer olmayacaktır. Siyasal ve kültürel aktörlerimiz ve ayranı kabarmışlarımız da Kürt Halkının sağduyusuna ve ortaklık paydalarına hürmet etmeli.
Ve Türkiye’nin iktidar sahiplerinin ‘müsaade’sine veya herhangi bir ‘tampon’a bağlı olmayan bir diğer ‘üst gerçek’ de şudur: Türkiye ya Kürtlerle birlikte ve Kürtler sayesinde sistemin ipoteğinden çıkacak, ya da hafazanallah, Kürtleri tamamen kaybettiğinden ötürü bu toprakların makus talihi daha uzun süre, kendini güncellemeye ve tahkim etmeye çalışan sistemin koz paylaştığı kanlı bir satranç tahtası olmaya devam edecek. Tüm taraflar için.
Mehmet Bey, hala kurmaktan korktuğumuz empatiyi, barışı cok net ifade etmişsiniz. Herşeyden öte yazınız umut verici ve şimdiki durum bir yazıda ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Ağzınıza yüreğinize sağlık..
mehmet kardeşim, yazını okudum; teşekkürler
geriye doğru baktığımızda, korkularımızın bizi nereye getirdiği ve nereye götüreceği açık.
yapılması gereken, senin de ifade ettiğin gibi bu sonuçsuz tarihsel çizginin, milleti hakime olma saplantısının dışına çıkarak kardeşçe, paylaşımcı bir dünyanın oluşmasına katkıda bulunmak
ama görülen o ki evrensel zorbalar ve yerel tekebbür bunun hiç de farkında değil.
yine de konuşmak ve anlatmak lazım, ta ki mefluç olmuş kalpler dirilinceye dek
selamlarımla
Yeryüzünün en evrensel dini İslam’dır. Irkçılıkla en çok mücadeleyi öngören dini de İslam’dır. Ne yazık ki; Anadolu’nun çeşitli illerinde, ilçelerinde, mezralarında, köylerinde Kürt dendiği zaman, kırmızı görmüş boğaya dönüşen, Kürtçe bir kelime, cümle duyduğu zaman, kinden ve nefretten kaskatı kesilen, tüyleri diken diken olan milyonlarca muhafazakar Müslüman vardır. Bu insanların varlığı elbette reel bir durumdur. Bunun akademik, bilimsel verilerini sunacak değilim. Okuyucu da sormasın; zira bunları fiilen yaşadım; yaşıyorum. Batı Anadolu’da. Ve de yıllarca yaşadım; Orta Anadolu’da… Sorun, bu zihniyetten arınacak mı arınmayacak mı Türkler? Her türlü tartışmayı bölünme paranoyasına düğümlemekle hiç kimse işin içinden çıkamaz. Kürt ana diliyle konuşmasın, eğitim yapmasın, kendi tarihini öğrenmesin. Sen İslamiyet öncesine ait Göktürk kitabelerini kılını yara yara üniversitelerde oku, öğret. Sonra da buna din kardeşliği de. Buna herkesi inandırırsın; ama Allah’ı(haşa) kandıramazsın. Ki Kürtlerin istediği o da-koyu bir ırkçılıkla millet, tarih bağnazlığı-değildir. Kendi dillerini konuşmak; horlanmadan kendi dilleriyle eğitim öğretim yapmak. Hem de Resmi dil olan Türkçe’nin yanında. Türkçeyle beraber. Bunu Kürtlere çok gören; bu taleplere kulaklarını tıkayan hangi Türk’ün gerçek Müslüman olduğunu iddia edebiliriz ki? Değil mi ki buyuruyor ulu önder: ”Kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemeyen, gerçek Müslüman olamaz.” Buyrun, bir kez daha şapkamızı önümüze koyarak düşünme zamanı…