“Onlar ne biliyorlar senin hakkında?
Onlar seni tanımıyorlar,
Ya da çok az tanıyorlar.
Her gün sana söyleyip duruyorlar
Vatanın yalnız kendileri olduğunu,
İçine çektiğin havanın bile
Kendileri olduğunu.
Ama ne biliyorlar senin hakkında?
Umutsuzluğa düşüyor, acı çekiyor,
Uykusuz kalıyorsun. Onları
Bırakıp gideceksin?
Ama nereye?
Onlar sen olduklarını söylüyorlar.
Ama ne biliyorlar senin hakkında?
Umutsuzluğa düşüyor, ölüyorsun
Sustuğun için. Ve çekip gideceksin
…Ama gitmek gelmiyor içinden.
Hem nereye gidebilirsin?
Onlar sensin. Sen de onlar,
Hiçbir şey bilmeseler de senin hakkında. “
— Rafael Alberti ( Çev.: Cevat Çapan)
Bir gün bir cümle kuracağım ve dağılacak bu kabus; varıp gidecek bu duman yaylamızın üstünden.
Böyle demiştim sana. Yeni bir dergi çıkaralım, sekiz sayfa sarı kağıt fotokopiden olsun. O dergide kuracaktım o cümleyi. Birimiz kuracaktık o cümleyi Mamoste. İçinde ayetlerin pınarından bir damla, Kemah’lı çaycıdaki gevrek simitten susam, kehribar oltu taşı ya da bıttım bir tespihden üç tane Subhaneke, denizlere dolan derelerden şırıltı, asayişin linç ettiği delikanlının gidemediği parktan bir avuç çimen, Diyarbakır zindanında devlet ve birlik uğruna daha onaltısında paramparça edilen Berfin kızın çığlığından bir sessizlik olacaktı o cümlede. Pehlivanoğlu Masum Mustafa, Şişli meydanında vurulan üç kız hatta.
Ücret istemeyen bir cümle kuracağız bir gün; pazarlıksız, ikirciksiz, dolayımsız, kinayesiz, görecesiz bir cümle. Ayna tutacak bize. O cümle kuşatacak herkesi, kavrayacak. Bir tebessüm iki damla gözyaşı çıkaracak ansızın ve birdenbire her insanı varlığının anlamına çıkaracak bir cümle. Utanmanın, sevmenin, hasretin anlamına. Tüm bunlar birimiz Mamoste, birimiz kurabilsin diye o cümleyi bunlar, yoksa ne anlamı var devrimin, özgürlüğün ve Şeriat’ın?
Kazancı Bedih’le Pink Floyd, Sezen Aksu’yla Ahmet Kaya, Ümmü Gülsüm’le Abdüssamet’den hatim, Orhan Baba, Şivan Perwer ve Cem Karaca niye dinlerdik sanki? Nuri Pakdil’i anlamaya çalışırdık gecelerce, ne diye? Sezen Aksu ölmeden kurmak istedim o cümleyi. Görse dayanamazdı, şarkı yapardı o da.
Mamoste, Kürt böreği yediğimiz o gece, sevmeyi bildiğimiz gecelerden biriydi, son paramla almıştık börek, çay, tekel ikibin, üstü otobüs bileti. Sana öyle anlatmıştım son dergi planımı. Yav hocam bak demiştin, uzun uzun geceye baktıktan sonra, ben sana bir cümle kurayım bak şimdi: Senin devrimin bir buçuk milyon maaş ve esmer güzeli bir kızdır. Dergiye de cümleye de devrime de hacet kalmaz, Şeriat gelmese de olur yemin ederim.
Denedim Mamoste, vallahi denedim. Ama ne devrimin gereği bitti ne de o cümle geldi. Bir de ne biliyon mu Mamoste, bak, söylemesi ayıpsa da söyleyeyim bir daha: Cümleye açlığım ve inancım bitmedi. (Esmer kızı bulamadığımdan mı yoksa? Ama her yerinde vuruyorlar esmer kızlarını ülkelerimizin. O cümleyi kurmazsam hiç bulamayacağım o kızı. Her gün ne kadar çok Berfin ölüyor! Ne kadar çok Esma, Fatıma bebek!)
Sonra mesela o Şubat gecesi, sabahın üçünde bizi Taksim’e bırakmıştılar, hatırlar mısın? Bir de solcu vardı aramızda onu da bizim gösteriden kapmışlar. Sezen Aksu bile almaz beni artık, fena yamulttular burnumu lan demiştim. Yediğimiz dayaklardan yere basamadığımız ayaklarımız üstünde titreye titreye birbirimize sokulmuş, yürümeye çalışıyorduk hani. Marş filan söyleyelim ısınırız lan dedi solcu ama hepimizin bildiği tek marş İstiklal Marşı, onu da siyasi şubede burnumuzdan getirmişler, ben oracıkta kurmak üzereydim o cümleyi eminim ama ağzımdan “Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde” şarkısı çıktı, hepimiz biliyorduk şarkıyı ve hatırlayamadığımız yerlerinde ben “ebemizi oydular, fena dövdüler bizi, bir devrim tutturmuşuz, anlıyorsun değil mi” diye tamamlamıştım.
Doğru cümleyi kursaydım yollarımız ayrılır mıydı bir daha?
Çok yaklaştım Mamoste o cümleyi kurmaya. Yıllarca çok yaklaştım. Dünyanın bir ucuna kadar gittim dolandım. Melekler Şehri’nin cehennem sahilinde binlerce evsizin konakladığı bir gece dokundum. Dokundum biliyorum; Teksas’da, günde iki işte canı biterken bir türlü bankaya borcu bitmeyen bir kadın, Irak’da onbinlerce anayı ve oğulu paramparça eden bombalar atan oğlu askerden sağ salim dönsün diye dua ederken o kadın; dokundum o cümleye biliyorum, ama tutamadım elimde. Kadın Havlu Kafalı Araplara lanet okudu duydum, belki ondan kaçtı cümle.
Çim kesen Meksikalı kölelerce yaklaştım. Mavi vagonlu metroda nutuk attığım sıra çok yaklaştım ama üstüme çullanan zencilerden dayak yedim ondandır. Yüz elli senedir hapsedildikleri rezervasyon toprağında beyazlarla ortaklaşa kumarhane açan yerlilerin kazandıklarıyla GDO’lu tarıma geçtiklerini gördüğümde kurmak üzereydim o cümleyi ama, yerine küfrettim onlara ondandır cümlenin benden kaçışı. Wall Street’i işgal günlerinde avucumda hissettim ama eyleme katılsınlar diye üzerinde haczedildi yazan kapıları her çaldığımda, katılmak isterdim ama bu işin sonu daha kötüye gidebilir, sular kesilebilir, yağma ve kargaşa başlayabilir karşılığını aldığımda kaçıverdi cümle zannediyorum. Senelerce Sezen Aksu dinlemedim ondandır. (O da esmer sayılır değil mi?) Ama ayetler duydum orda da, dua renkli çocuklar. Orada da vardı dört yanımda sessiz çığlıklar, yalnızlık. Gavuru da gavur gibi yalnız bu dünyanın ve ben hala, kılıç değil o cümleyi çalmak isterim onlara.
O dergiyi çıkaramadık, kesin ondandır belki ya, bu cümledeki ikircikten daha gerçek bir inançla inanmaya devam ettim o cümleye, gelmedi daha. Daha iyi kağıda basılmış bir dergi çıkardım sonra. Devlet toplattığı halde kuramadım o cümleyi, kağıdındandı ya da çok yaklaşmış olduğumu anlamıştılar belki.
‘Şarkıya dön’mek için eve döndüğüm hafta, “Malan Barkirin” diye bir kitap gördüğümde, alıp kokladım nedense ve korktum okumaya. Eve döndüm cümleye dönemedim Mamoste.
Bir cümle Mamoste, yıllar geçti, önüm arkam sağım solum o taze kesilmiş çimen, kan tatmış gül dikeni, kara yasemin çiği, “kınalım”, “kuzum” veya “berxêmin” diye başlayan bir ağıt kokulu o cümleye sobelendi ama o cümle gelmedi dilime.
Söyle Mamoste, aşağılanmaya, baskıya, Ajda Pekkan’ın aranjmanlarına, sevdiğimiz kızları baştan çıkaran dizilere ve firavun düzenine karşı cümlelerinden, şiirlerinden başka bir şeyi olmayan bizden, onca sene, onca kitap, onca dergi, onca şiir, onca eylem, onca cop, onca sürgün, onca ağıttan geriye, dünyaya sunabileceğimiz bir tek cümle çıkmadı nasıl oldu? Onca katliam, onca işgal, onca linç, onca cinayet. Biz o cümleyi kuramadık diye diyorum; renk renk, yetmiş iki çeşit, dünyanın çeyreği, dünya kadar rengarenk Müslümanlar, kan ve bombardımandan fışkırmış çetelere indirgendi.
Ne çok şiir günleri var ve ne kadar az şiir!
Cümlelerdi ülkemiz bizim, “sözün en güzeli”, “isyan basanı damarlara”, en şiiri, en esmeri… Miras aldığımız cümleleri bile taşıyamadık, neden?
Doksanlık raks kasetin bir yüzüne tekrar tekrar kaydetmiştim Veysel’i, gece boyu dinlemiş, bütün mesele bu işte eleman, din bu demiştik:
“Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarin mezere girende
Sen toksun da ben ac mıyım”.
Gurbete giderken geride bıraktığım kitaplarımı dergilerimi çıkartmaya korkuyorum kolilerden. Bir çuvala doldurup sırtıma vurup, Muharrem adında minik yavrusunun cesedini bir çuvalda taşıyan babanın bembeyaz karlarda kaskatı kalmış ayak izlerine basa basa yine çekip gideceğim buralardan diye. Yavrusunu öldürdükleri anneyi yuhalayan buralardan.
Gömeyim diyorum hepsini bazen. Açayım kolilerimi, son bir kez tekrar okuyayım altını çizdiğim cümleleri. Mushaf, Kırk Hadis, Akif, Sezai Karakoç, Hafız-ı Şirazi; “bir Yunus Emreyi tarihimizden sildiklerini düşün, işte onun gibi” deyip yeraltı medreselerinden mezunlar bulup parça parça tercüme ettirdiğimiz Feqiye Teyran, Ahmed Arif, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Ali Şeriati, İzzetbegoviç, Malcolm X, Zapata, Bella, Pakdil, Zarifoğlu ve “Bir aşk sayhası salacağım havalara, derler ki bu adam isyan basıyor damarlara” hatta “Biz sakalları şiirle karışık, yüreği Allah’la barışık adamları sevdik” onu da, not defterlerim; insanların herşeye rağmen birbirinin kapısını çaldığı günleri ve herşeye rağmen’lerin deli gömleğini parçalamak için attığımız çığlıkları boğan copları, işkenceleri bile. Sonra ülkemizi bir yarasa ağı gibi sarmış en büyük AVMdeki en büyük mega marketten ithal edilmiş bir çuval alayım ve doldurayım o çuvala sakladığım cümleleri, gideyim Dicle kenarına, kalemimle birlikte gömeyim ve baharda bir newroz yeşersin o gömütten ve kredi kartı olmayan bir Kürt çocuğu koparsın o newrozu annesi için, ince narin damarlarında sevdiğim cümlelerden katreler yürüyen o çiçeği götürürken annesine, belki o zaman, o çocuk kurar o cümleyi.
Ama bu yeni kuşağın güçperestliği korkutuyor beni Mamoste. Parçaladık sandığımız o gömleğin yerini ne zaman aldı bu kahredici kepazeliğin gömleği? ‘Rağmen’i bile yok bu gömleğin.
Belki benden bir şey öğrenmek isterler sanıyorum bazen Mamoste ama onlar dekor olayım istiyorlar sadece anladım ki ve ben ürpererek dinliyorum bu çocukları, abi sen nerde kalmışsın böyle diyen çocukları ve sen bilmiyossun abi diskurlarını. Onlara öteden bazı cümlelerinin altını çizdiği kitaptan başını kaldırıp kaçamak kaçamak kulak kesen bir genç gördüm, yoksul olduğu belli, tek başına oturuyor. Heveslendim. Ona konuşayım, belki kurarım cümleyi, ilk o duysun, okumakla iyi ettiğini düşünsün istedim. Ama tek başına kalan ben oldum cümlelerim bittiğinde.
Ne mal olduğunu, yaşını, başını, kumaşından olduğu topunu, müktesabatının çapını çok iyi bildiğim bu küçük adamların binmeye can attıkları trenin raylarını döşemeye katkıda bulundum mu acaba o sarı dergiyi çıkaramadık diye; böyle düşünür buluyorum kendimi. Gücün memesinin bir dakika bakmasınlar tadına, herşeyi bilir olup, cep telefonlarını talimat telsizi gibi tutuyorlar. Ne öğrendin diyorum birine, senden başka herkese gıyabında kaş kaldırıp ‘yaramaz’ mimiği yapmaktan öte ne öğrendin evladım? Ne biliyordun zaten? Bu da olmuyor cümle biliyorum, olmadı. Hani o sevmediğimiz küçük kafalı kurnazlar vardı, çoğu esnaf çocukları biz gençken, küçümserdik onları, hatırlar mısın? Bize yaranmak için çay ısmarladıklarında bazen lütfederdik onlara bir kaç mısra. Ben her yerde bizim gibi cümle biriktirenleri görürdüm ama şimdi nereye baksam esnafları görüyorum. Ve sivilceleri alınmış çocuklar maiyeti.
Bunlar mı daha çok güç sahibi olsunlar? Bunlar mı daha çok iktidar olsun, muhalefetsiz, itirazsız olsun? Bir gün önce beraber olup ağzına baktıklarını ertesi gün çarmıha geren bu küçük adamlar mı kamuya hakim olsun? Halkın canından kesip bunların önüne atan bu piramit mi yükseldi çıka gele Mamoste? Milletimiz Mamoste, kurtarıcıları çok ırzına geçti bu milletin ama bu millet bu kadar zillete mahkum olmayı ne zaman hak etti diye yazmıştım o sarı dergi için yazdığım başyazıda. İtiraflar olsun derginin adı demiştin, herkes itiraf etsin.
Kimler kurdu bu devşirme çiftliklerini ülkemin her yerine? Hangi kıvrak bakteri kemirdi ruhlarını bu çocukların? İnanmaktan, sevmekten, meraktan, acıdan, aşktan aciz, merhametten yoksun, omurgası alınmış, bu kaygan, bu mülevves, bu damarsız, bu alınsız, yüzsüz kuşak nerden geldi? O dergiyi çıkarsaydık olur muydu böyle? Herkes mi koliledi kitapları da firavun işgalinin pompaladığı kişisel gelişim kitaplarından başka okuyacak bir şeyleri olmadı? Bütün öğretmenler mi kredi kartlarıyla teslim alındı?
Düş kuranları, hayal kuranları, cümle kuranları Mamoste; aşağılayıp, gerçekçi olmaya kim kurban etti hakikati? Herkesi mi maslahata, reel- politiğe ikna ettiler? Öyle mi başladı bu kuşatma, kimse varmadı mı farkına bu çatal dilli kan yağmuru bulutların ufuklara çöreklenişinin? Köşe başlarını tutmuş şarlatan çetelerin bin tık alan tenekeden teyyarereriyle piç etmedikleri; memur alimlerin, memur muhaliflerin tecavüz etmediği bir ayet söyle, bir hadis? Kimsenin ‘işte bu, sadrımıza şifa, batnımıza deva burada’ demesine gerek kalmadan, usulca bu müfrit uğultuyu kesecek, bu şarlatan fırtınaya bir geri adım attıracak bir cümle.
Her geçen gün daha bir derinlerimize iniyor bu virüs, ruhumuza geçirmeye kararlı pençesini. Tövbesiz günahlarımızdan başka bir şey olmayan bu ana haber bültenleri, bu çıldırtan arsızlık, bu mis gibi miş gibi beş gömlek fazladan kaygan ve kendinden emin, bu çırılçıplak, bu yalan, bu hesap sorup duran, bu kan içen çıtkırıldım alıngan, bu linç dernekleri, bu karabasan, bu katiller düzenini bir saniyeliğine olsun geriletecek bir cümlen yok mu hala? Sistemin toleranslarıyla mı, hep azalarak mı devam edeceğiz? Çocuklarımız, anne ve babalarımızın bize öğrettikleri teyakkuzdan ne kadarını devralacak bizden? Bir cümle kur Mamoste.
Belki açıklayabilirsem o dergiye yeni bir başyazı yazabilirim diye düşündüm ilk zamanlar. Gırtlağıma doğru tırmanan bu kahpe kabusun kıskacını olsun açıklayacak bir cümle duymaya okumaya dokunmaya çalıştım. Tebdili kıyafet dolaştım orda burda, sana bile çattım ama sen konuşuyor konuşuyordun bir tek cümle kurmadan, dimağıma hücum edip duran cümle dua oldu, “Allah’ım göğsümü genişlet, dilimdeki düğümü çöz.” Çöz ki göğsüme bastırmayacağım çocuk, ellerinden öpmeyeceğim anne, bankaların pençesinden kurtarmayacağım baba kalmasın.
Cümlelerimiz olmazsa Mamoste, söylecek sözümüz, sözümüzün ardında sıra dağlar gibi dikilen yüreklerimiz olmadıktan sonra, dediğimiz dedik, çaldığımız düdük olsa ne olur? Ne geçer elimize? Kurmaktan vazgeçtiğimiz cümleler karışılığında satın aldıklarımızla, kaybettiklerimizi geri alabilecek miyiz? Kan mamoste. Aralıksız, kan. Cümlelerin yerini düdükler ne zaman aldı bilmiyorum ama aralıksız kan görüyorum artık, binlerce çocuk Allahım ne kadar çok çocuk, bir tanesinin bir tebessümüne değer mi elde ettiklerimiz?
Korumaya, saklamaya, usulca okşamaya değer herşeyimizi iplik iplik haraç mezat piyasaya çıkarsalar Mamoste, Allah’a açık bir tek kelime satın alabilirler mi? Şefaat tenzilatla dağıtılacak mı? Osman Baba dedi ki sor bakalım onlara, “Kazandıklarınız kaybettiklerinizi satın almaya yetecek mi?”, tekrarlayıp duruyorum ben de epeydir işte.
Ellerimiz sarı yapraklı dergiler çıkarmayı, avuçlarımız duayı bırakıp alkışlamayı öğrendiğinde mi işgali tamamlandı hicrete değer her Medine’nin? Bu cümle de açıklayamıyor dünyanın bu kahpeler düzenine nasıl düçar olduğunu.
“Basit değil, kolay değil bu işler öyle” diyorsun. Bin tane cümle yetmez açıklamaya, derin. Peki, geriletmek mümkün değil mi bu bin yüzlü bin çatallı, tarihin kaydetmeye utanacağı kadar pişkin zorbaların düzenini? Bir, tek, ‘ağyarını mani efradını cami’ bir açıklama yapabilsek, oradan başlayabilir miyiz? Yeniden?
“Düzeldi bir sürü şey bak, başörtüsü özgür oldu, sağlık sistemi düzeldi, bak çözüm süreci” gibi şeyler söylüyorsun. Çözüm süreç değil, adalet olsun. Kırk gün kırk gece yas tutulup af dilensin diye bir cümle yazdım. Sıra sende, Mamoste, Kubbealtı’nda hala fotokopi makinası, zehir gibi çalışıyor vallahi. Yeter diye başlayan bir cümle olsun. Haksızların haksızlığı, anlaşılsın zalimlerin zalim olduğu. O kızların yanaklarını kızartacak, yüreklerini Vietnam’da bir atölyede tırnaklarını kanata kanata günde elli sente çalışan on yaşında çocukların hayatlarından damıtılan Garnier marka makyajlardan koruyacak bir cümle kur. Hastalarımız hasta olsun çocuklarımız bir avuç aç gözlünün ömrünü uzatmak için kobay olacağına. Böyle bir cümle mesela. (Daha iyisini kuracağız bak o dergiyi çıkarırsak.) İlaç ve GDO şirketlerinin genlerimiz üstünde direnişsiz yükselttikleri raylı sistemleri patlatacak bir cümle kur.
Dilim pas tutuyor hiç bir şeyin tadı yok artık ve belki bu yalanın bu sahtenin bu pisliğin adı yok ve belki elde kalanlar artık tarihe de sığar, Dicle kenarında karlar altındaki bir küçük mezara da ama itiraf ediyorum Mamoste, ben inanıyorum hala. Yakında, çok yakında, yaklaşmakta olandan çok daha önce kuracağım onu, sana cümle kurmayı hatırlatmak için olsun, iş başa düştü.
Bir gün bir cümle kuracağım ve dünya düzelecek.
Harika bir yazı olmuş.. Kaleminiz zeval görmesin..
Güzelsin be abim.
Kazandıklarımız, kaybettiklerimizi geri almaya yetecek mi? BU sorunun cevabını bulamadığımdan kaybetmeye başlıyorum aklınıza yüreğinize sağlık
Uğursuz bir kaçısın hikâyesi…
İnsanın tanrılaşması sadece bunu bağırması ile olsaydı keşke…
Zihinleri başkalarının tasarladığı şablonlara göre çalışmakla iğdiş edilmiş parazitler tanrılaşmayı Nemrut gibi âleme küfürbaz davullarla ilan etmek zannettiklerinden beri modern tanrılar atlarını çatlatırcasına koşuşturmakta zihinlerimizde ve yüreklerimizde.
Zevkini, ihtirasını, gücünü ilah edinenler ne kadar secde etseler az, modern zamanların insanı yegâne baş eğilmesi gerekenden başka her şeye tutsaklaştıran sinsi desiselere.
Cafcaflı ambalajlar mezarlığına döneli çok oldu kof cehaletlerimiz, satılmaya amade benliklerimiz.
Varlıkları umut olanlar yitirdi en başta umutlarını ve ilk onlar yaftaladı düşlerini gençlik hevesi diye. Gündeminden çıkarma yarışına ilk onlar girdi, O En Güzelin cahiliyeye açtığı o kutlu mücadeleyi… En fazla kim karanlığa battı, en çok hangimiz kirlendi diyerek o uğursuz kaçışa meşruiyet kazandırma yarışına ilk onlar girdi… Bu yüzden kendi kirini temizlemenin değil başkalarını kirletmenin nasipsiz derdi bürüdü tüm gözleri.
Bakmaktan utandıkça gençlik heveslerimize, batmaktan kurtulamadık dünyanın batağına. Paranın gücün sahibi olduğumuzu sandıkça, zaten benliklerimizin en kuytularına sinmiş olan merhamet kırıntılarını dahi yitirdiğimizi fark edemedik.
İnşa etmek için geldiğimizi, anlam katanın üretmek olduğunu unuttukça tüketmenin dayanılmaz iç eziciliğine düçar olduk, tükettiklerimiz kadar tükendiğimizi bile hissedemedik.
Yürüdüğünde etrafında adalet haleleri oluşturduğunu zanneden kibir yumağı benliklerimiz bilemedi aslında ne kadar hissiz, kof, üzerine bastığını çoraklaştıran içi boş birer hortlak olduğunu.
Varlığı huzur saçması gerekenler iken ancak yokluğunda nefes alınabilen öfke bombalarına dönüştük en küçüğünden en büyüğüne, en âliminden en cahiline her birimiz.
En başta kurtarılması gereken nefislerimiz iken dünyayı kurtarma sevdalarına tutulduk. Emeği değil, sonucu kutsamanın; başarıya kul köle olmanın kifayetsiz ve ablak bendelerine dönüştük. Gücümüzün hakkı savunmak, amacımızın tek başına da kalsak onurlu bir direnişin mutmain bir neferi olarak can vermek olduğunu kırk odalı zindanların en kuytusuna kilitledik. Ama yine de rahat edemedik, kilitlemeyenleri de en yüksek kalelerden itibarlarından bile soyundurarak çırılçıplak aşağı attık.
Osman Baba dedi ki sor bakalım onlara, “Kazandıklarınız kaybettiklerinizi satın almaya yetecek mi?” bu söz çok şey anlatıyor aslında. Osman Baba kimdir bu arada? Hayali bir karakter değilse irfanı hür biri olduğu kesin.
.
.
”
Sen ol küçük bir kıvrımdan, bir heceden
aşk için bir vaha değil aşka otağ yaratan
sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları
bir harfin başlattığı yangın ile söndür
beni bir ses sahibi kıl,
kefarete hazırım
öyle mahzun
ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın.
“
1400 küsür sene önce bir adam çıktı ve bir cümle kurdu. Sadece bir cümleyle karanlıklar nura kavuştu, zulümler adalete… Kurulan cümle kadar, o cümlenin nerede, ne zaman ve kim tarafından kurulacağı da önemli.
Hepsinden önemlisi, bu cümleyi önce kendi yüreğinde kurmalı insan.!
Aksi halde nerede, ne zaman, kim tarafindan kurulursa kurulsun ses ulaşır ama söz ulaşmaz.
Vesselam…
YAŞIYORSAK ÜMİT VAR DEMEKTİR………………………