Aruz vezninde bir Amerikan Destanı.
“oralarda da seven horlanır / sevilen vurulur mu?” (Arif Ay / Uzun Bir Hüzün)
“Where they hung the jerk / That invented work In the Big Rock Candy Mountains.” (Amerikan Halk Ninnisi)
Biz dayakla büyüdük. Babamız, öğretmenimiz, aydınımız (Kemalistler!), elifba hocamız da. Sevdiğimiz kızların abileri, oğlanların dayaktan nasırlanmış erkek adam kompleksleri, etimizi teslim alan ustaların cümlesi, kemiklerimizi bile sağlam teslim etmedi, yutkunarak hatırlarız tüm mezuniyetleri.
İlk dayakla bir canavar uyanır içimizde. Ürkek, yalnız, aç, ifrit, pusuda dürter durur. Küçük sivri dişlerini bileyerek devinir. Anca sevmekle susar lanetli gıcırtısı. Güruhta şahlanır ama, emsallerini bulur. Akranına çatamayanlar sürüsüdür güruh. Topluca çullanırlar içi sakin birine. Bu yüzden dayakların en alçağıdır linçler. Teker teker gelselerdi, öldürseler gam değil.
En çok devlet dövdü bizi, dayak cumhuriyeti. Hastanede, postanede, mapusane, mecliste. Kızımız nezarette yer, oğlanımız askerde. Ama polisin dayağı gibisi yoktur hele. Omurgası sağlam olur polis copu yiyenin. Böyle teselli ederim çekilmez oluşumu.
Devletin katlettiği hayatların hayat hakkı, içimdeki canavarın kıvrıldığı karanlık. Devletin işledikleri, herkesin cinayeti. Her hayat binlerce hayata dokunur hayatta. Her dayak tüm o hayatlara atılan dayaktır. Yaşasa akranım olacak Metin Göktepe’yle, Hüseyin Kurumahmutoğlu’ndan imza isterdik; adliyede müştekiye atılan dayak için; engel olurduk belki de Hakan Yaman linçine. Bir de devletin milletle elele ettikleri, milli birlik ve beraberlik aşkına linçler var, ondokuz yaşında hayatımızdan kopartılan, hem Ali hem İsmail korkmaz ciğer pâresi.
Sırf elle atılmaz dayak, dil ile de atılır. Canavarı en uslanmaz dayaktır dil yâresi.
Tarihte ilk dayağı kim attı bilmiyorum da Cennetle ilgili ilk yalanı Şeytan söyledi. Yani dayağın Şeytan’dan çıktığına eminim, yoksa yarayı saranlar nasıl Cennet kokardı?
Altı sene hapis ile yargılandığım sıra, yirmi sekiz Şubata yirmi sekiz gün kala, iyi fikir gibi geldi uzaklara açılmak. Gençliğim bayraklarını yakarak geçmiş Zorba, anayurdunda nasıldı görmek imkanım oldu.
Kuzey Amerika’nın “atem tutem men” nennisi: “Koca Şeker Kayaları Dağları” anlamında. Demiryolu işçileri söylemiştir bunu ilk. Tahminimce ilk grev kırıcılar işçilere, iki ton sopa atınca bestelendi o şarkı. Bir cenneti tarif eder, dayağın olmadığı; hapislerin incecik tenekeden yapıldığı, işçiliği icat eden hıyarın asıldığı. Bu şarkıyı duyduğum gün anladım ki gurbette, bir kere dayak yemeden dönemem memlekete.
Türkuaz bir trende yedim ilk dayağımı. Meleklerin Şehri’nde yalnız yoksullar biner, yük trenlerinden bile önceliksiz trene. “Amerika İsrail’den kurtulmalı” demiştim. Öylesine, yüksek sesle, sırtı kaşınmak gibi. Kadın beyaz, Evangelist, boynunda çarmıh altın; Tanrı, ülke ve bankadan gelen haciz aşkına, üç kızı ve üç dolarla çullandılar üstüme. (İnsan en çok muhacirken muhafazakar olur. Bizde el kalkmaz kadına cadaloz bile olsa.) “Seni pis havlu kafalı defol geldiğin yere!” Ben ironiyi kaçırmaz gözlem bile yapardım, gözüme isabet eden çantalar olmasaydı. İki durak, sekiz makas, hınçla, müdahalesiz; dört Ayet-el Kürsi kadar fena dövdüler beni. Patlayan kaşımdan akan pekmez kanın ilk tadı, bir Ermeni dükkanında bulduğum sucuk kadar, memleketin havasıydı, gurbet kadar acıydı. Sudan gelmiş eşek yoktu indiğim istasyonda.
Zenciler ve Meksikalı göçmenler gettosunda, halka açık genel parkta yedim ikincisini, Okuduğum bir kitaba ‘wat dı fak’ diyorkene; Kapitalizm’in İncil’e uygunluğu üstüne. Parka hayat veren çocuk cıvıltıları kesildi, dimağımda patlayan bir sessizlikle irkildim. Biri kadın beş polistiler mayın tarlasında, toplu mezar yoklar gibi coplar fora geziyor. Taze biçilmiş bir çavdar tarlasında oturan, yüzükoyun eller başta, kapanmamış bir benim; ne zenci ne Meksikalı iki cami arası.
“Hey Filistinli mi bunlar, İsrail mi burası?”
Polis heyulaları ve yerdeki esmer yüzler, balık sürüsü gözlerle bana odaklandılar. Aksanımı bir kalıba uyduramadılar ki, kadın polisle yaptılar ilk hamleyi üstüme. “Bu sizi ilgilendirmez” dedi copuyla haspam, “Okumaya devam edin, şüpheli arıyoruz.”
“Bunlar komşularımdır, beni ilgilendirir.”
“Polise direnmekten tutuklanmak istemeyin, beyefendi lütfen işinize dönün siz” dedi.
Cebimdeki öğrenci vizesini düşünürken, bir de Türkuaz trende yediğim çantaları; bana dönmüş esmer yüzler pırıl pırıl gözleri, bir kaçının kaş göz ile git dediğini sandım. “Dönüşüm muhteşem olacak” gibi bir hışımla, katladım sayfanın köşesini ve uzaklaştım. Evde anlattılar bana atlattığım dehşeti. Ertesi gün ilk kez davet edildim bir komşuma. Zenci komşumun sırtıma “Mutha-Fucka” sillesi, ikram ettiği barbekü hamburgerden güzeldi; ben diyeyim Meksikalı “El Turco Locco” dedi, siz anlayın İzmir’den ballı lokma tatlısı.
San Francisco şehrinde bir otobüs sefası, yediğim ilk Amerikan linç dayağı olacak. Zenciler yüksek sesle konuşur Amerika’da, içlerinde bir şeyleri susturmak ister gibi. İhtiyar ama çok beyaz bir adam cesur çıktı. Nadide bir Anglosakson yalvarmasıyla sordu: “Tansiyonum var çocuklar, biraz sessiz olsanız?” Beşi bir anda üşüştü ihtiyarın yüzüne, öyle galiz ve zenci küfürleri ilk duyuşum, filmlerde duyduklarımı saymaya vakit yoktu. Kimse kıpırdamayınca, yerimden ben kıpraştım: “Utanın bir ihtiyara öyle saldırmak nedir?”
Sesimin fazla yüksek çıktığını anlamam, alnımın çatına yediğim ilk zenci yumrukla, baldırıma imza atan Nayki marka bir tekme ve yandaki bir davulu kapmamla mümkün oldu.
“Yo durun, o benim davul, bıraksana korkak g.t!”
“Teker teker gelin de kim asıl korkak görelim!”
Ben davulu onlar ile aramda tutar iken, standart duam için de Besmeleye başladım. Otobüsün şöförü, devlet gibi kadınken, zenci olduğu için devlet olması zordu. Ama “Oturun yerinize, sizi serseriler, next stop karakoldur!” diye gürleyen sesi ve gaz pedalına yüklediği mübarek kudretle, Besmelesi bitmeden kabul edilen o dua ya da bir devlet kuşuydu, tüyleri çikolata.
Seneler sonra bir gece yolumu kesenlere, attığım dayak oldu Amerika’ya katkım. İki zenci bir Latino, üç lise çağı çocuk, sokağımın karanlığında kestiler yolumu. Kafaları iyiydi de niyetleri çok kötü. Yanıma yaklaştırmam söz konusu olamazdı. Nara atıp indirdim yakındakini yere. Çam ağacına taarruz eden üç maymun gibi, el yordamı, iç güdüsü, ucuz esrar yavaşı; düşe kalka geldiler, dakikalarca püskürttüm. Yumruklarım kana batmış, yüzleri kan içinde, ama durmuyorlardı, ben bağırmaya başladım. Yetişkin ve İspanyolca bir nara duydum birden. Elinde uzun bir demir, bir komşum çıkageldi. Yönü şaşkın kaslarıyla savurdu sağa sola, paslı demir bir boruyu karga kovalar gibi. Kaçtı yol kesenlerim, sürüldüler karanlığa. Komşum küt parmaklarıyla dokundu sol omzuma, “Amigo” dedi bana, “sakın ha polis çağırma”. Çocuklara kitaplar verir iken görmüş beni. “Okurlarsa kovmaz geri bizi La América.”
Amerikan bezi diye bir şey duymasalar da; beyazı bizden az ama esmeri bizden fazla kötek yiyen insanları sevmeyi onur bildim. ‘Bugün öleceğim gündür’ diye şarkı söyleyen, bizden daha rengarenk o Amerikalıları. Ve Amerika’da doğan iki cennet kaçağım, babalarından bir fiske tatmadılar hamdolsun.
Gördüm ki zorbanın yurdu benim gibi insanlar. Beraberce ağladık, aşk filiminin sonunda.
Son Amerikan dayağım Brooklyn Köprüsü’nde, global dayak düzeni Kapitalizm’e karşı, yüzlerce Amerikanla yürüdüğümüz gündü. Amerikan polisleri daha sert vuruyordu, ne de olsa copları Amerikan malı idi. Belki de unutmuştum kahraman Türk polisleri.
Kaderim karar vermişti meğer hatırlatmaya, son Amerikan dayağımdan iki yıl geçmeden. Ülkeme döndüğümde ve bu kez kırk dört yaşımda, etrafımda ülkemin genç tap taze fidanları, gözlerimi karartan ve nefesimi daraltan, hançeremi yerden yere savuran sıra dayak; vesayetin dayağına karşı halk diyenlerden, yani gençlikte birlikte dayak yediklerimden, dört dörtlük devlet dayağı yedim Gezi Parkı’nda. Zincir tamamlanmış gibi hem güldüm, hem ağladım.
Dayak yiyip büyüyenler, güç yetirdiklerine, güç yetirmemeyi seçsin diye önermiş Allah. İçlerindeki canavarı sustursa zorbalar, yemek değil dayak atmak asıl bir utanç olsa, güruh olmayı Şeytan’dan bilse komşularımız, her yarayı sarmayı cennet bilse salt çoğumuz, koca şeker dağlarımız çiçek açmaya başlar. Linçe değil halkların halayına eşlik eder, hem hip-hop hem lorke ile arşa kalkar davullar; bal arıları ölmez ve kimin başkan olduğu, bir dilim akça kavundan aldığımıza değmez.
Ot Dergi, Temmuz 2015 sayısında yayınlandı.