90’ların sonundan bugüne, 20 yıldan fazla bir zamana tanıklık eden yazılar İnsanlara Yayın tarafından kitaplaştırıldı. Kitabın ön sözü burada:
ÖN SÖZ
“Peki, ne zaman değiştik böyle biz?
Yavaş yavaş mı kancıklaştık, baskına uğramış gibi birdenbire mi?”
–Kemal Tahir / Yorgun Savaşçı
Keşke bu yazıları yazmak zorunda kalmasaydım.
Yıllarca bekledim bu ön sözü yazmak için. Yarım bıraktığım sayısız girişimlerim oldu. Tüm girişimlerimin ilk cümlesi hep bu oldu: Keşke bu yazıları yazmak zorunda kalmasaydım. Ama ön sözü bitirmek bir türlü nasip olmadı. Nihayet eşim Peren, yazmak ve yazamamak üstüne dertleştiğimiz bir Ramazan günü, yazdığın yazıları niye yazdığın sorusuna bir cevap vermeye çalış mesela ve ön sözünü yaz ki benim de nicedir yazmak istediklerimi yazabileceğime inancım tazelensin, diyerek nazikçe itekledi. Ben de soruyu düşünmeye başladım ve aklıma bu satırları yazmadan kısa bir süre önce Amerikalı mühendis arkadaşım Benjamin Tilly ile aramızda geçen bir diyalog geldi. 6 Şubat 2023 Maraş Depremi’nin Türkiye üzerindeki etkilerini konuşuyorduk, laf lafı açtı ve ben muhtemelen depremler zincirinin biriktirdiği duyguların da etkisiyle olacak, Türkiye’nin makus talihi üzerine trans halinde uzun uzun konuşur buldum kendimi. Karamsar, umutsuz, yazıklanan bir anımdı. Gereksizliğin farkına varıp sustum. “Tevekkeli değil, terkedip buralara gelmişsin.” gibisinden bir cümle bekleyen tedirginlikle devam ettiğim suskunluğuma, Benjamin son derece yumuşak bir sesle şöyle mukabele etti: “You clearly and deeply love Turkey.” (“Türkiye’yi derinden sevdiğin aşikar”)
Bugünlerde, yaşadığımız depremler zincirini ne zaman düşünsem, sorumsuzluk ve ahlaksızlık egemenliğinin sonucu olarak önce enkaza mahkûm edilen sonra da enkaz altında ölüme terk edilenlerden önce, enkazdan kurtarma çalışmalarına koşan insanların çaresizliği gelir aklıma. Tereddüt etmeden kış kıyamet deprem bölgesine koşan o güzel insanların çaresizlikleri, enkazın altında ölümü bekleyenler kadar sarsıcıdır. Hele hele bir şeyler yapmaları engellenenlerin hikâyeleri.
Yapılması gerekenlerin bu kadar çoğaldığı, eylemin bu kadar azaldığı ve hiçbir şey yapmamak için analizlerin bu kadar derinleştiği (!) bir dönem daha oldu mu?
2012’de ülkeme döndüğümde, kurucuları arasında olduğum Yeni Şafak gazetesi ile bir söyleşi yapmıştım. 12 yıl aradan sonra yayınlanan ilk cümlelerimdi. Muhabirin ilk sorusu şuydu: “15 yıl sonra geri döndüğünüzde, Türkiye’de eski arkadaşlarınızı ya siyasetin içinde ya da üst bürokratlar arasında buldunuz. Onlarla birlikte hayalini kurduğunuz Türkiye size göre bugünün Türkiye’si midir?” “Ben bir Türkiye hayali kurmadım.”, diye cevap verdim, “İslam’ın tekrar çağın merkezinde olduğu, kula kulluğun kalktığı, özgürlük ve adaletle Allah’ın tüm insanlara verdiği tüm nimetlerin sorumluluğunu taşıyan bir dünya nizamının hayalini kurdum. Bu dünyaya öncülük etmenin İslam nimetiyle yaşayan ve onun bayraktarlığını yapmış milletimiz için bir sorumluluk olduğuna inandım.” dedim. Bu hayale olan inancımın devam ettiğini, yaşlandıkça bunun bir hayal değil bir gerçek, bir zorunluluk olduğuna inancımın arttığını da ekledim. “Batı’da başlayan aydınlanma sürecinde, Tanrı’nın işini eksik bıraktığına, insanların yeryüzü cennetini kurabileceğine ve bunun Batı eksenli olacağına inananların kurduğu dünya düzeni iflas ediyor. Aydınlanmanın ürettiği tüm ideolojiler, felsefeler bitti. Rusya’nın, Çin’in, Avrupa’nın ve Amerika’nın dünyaya söyleyeceği hiçbir söz kalmamıştır. Karşımızda söz yok, teklif yok, sadece zorbalık var.” diyerek devam ettim. (O söyleşiyi de bu kitapta bulacaksınız.)
Sadece orada başlıklarını verdiğim yani bizim sözümüzden benim ne anladığımı yazmak isterdim, yazmak ve tartışmak, kardeşlerimi bulmak ve birlikte saf tutmak. ‘Halka’ ile “Piramit”in savaşını yazmak isterdim. Birleştiren ve eşitleyen ile, parçalayan ve köleleştirenin savaşı. Sadece Allah’a kul olmanın özgürlüğü ile, kullara kulluğun savaşı. Namazda saf tutmak ile imtiyazların ve hiyerarşinin savaşı. O savaştaki safımdan konuşmaya devam etmek isterdim. Öyle devam etmek. Ama olmadı.
Ülkemin kamusuna dönük yeniden konuşmaya başladığım o söyleşide, kapıldığım endişeleri de şöyle ifade etmiştim: “Burada adalet, tevazu, infak, tasadduk, ehliyet, ahde vefa, israf gibi kelimeler içerdiğinde yükselmesine tahammül edilmeyen her ses, susturulan her itiraz, budanan her taze sürgün, körleştirilen her küçük eğri kılıç, hepimizin ve bütün insanlığın umuduna atılan bir kesiktir. Etniğin, cinsiyetin, mezhebin, aşiretin üstüne çıkan ve İslam kültürünün tüm insanlığa umudunu yükselten cümleler buradan çıkmalı. Rencide edilen her Kürt, susturulan her Türk, işinden atılan her Alevi, Humeyni’nin mirasını ortak oldukları şirketler oligarşisine çeviren mollaların susturduğu her İranlı, Suriye’de ölen her Nusayri, her Şii, her Selefi, her Sünni daha güzel bir hayat için sokaklara dökülüp katledilen her Ortadoğulu için sorumluluk taşıyan cümlelerin sayısı azaldıkça, Monsanto gibi şirketlerin ürettikleri virüslerin sayısı ve piyasa payı artacaktır. Hz. Ömer yanlış yaparsa onu düzeltmeyi vazife bilmenin tarihsel dinamiklerinden gelen tevhit medeniyetimize geri attırılan her adım, bizi ve dünyamızı burada ve öte dünyada cehenneme daha hızlı ilerleten bir adımdır. Ezbere uymayan bir cümle kurdu diye ötekileştirilen, dışlanan, susturulan her ses, Allah’ın bu topraklara bahşettiği nimete vurulan bir darbedir. Burada, vasatlaşmakla rencide olmak arasında, aç kalmakla uyumlu olmak arasında tercihe zorlanmış her ses, bütün insanlığın kaybettiği sestir. Maslahatı gözetmek için örtbas edilen ya da tahammül edilen her haksızlık, sadece kalplerimize eklenen birer kara delik değil, insanlığın umudunun temellerine atılmış bir dinamittir. Siyaset her zaman bir kirlenme sürecidir. Onu biz üretiriz, o bizi üretmemeli. Yeteneğin, bilginin, ehliyetin, emeğin, tecrübenin siyasal tarafgirlikle ölçüldüğü, yaltaklanmanın ödüllendirildiği yapılardan, ancak, kuşatmayan, derinliği olmayan, insandan öksüz, ötekileştiren cümleler çıkar. Yeteneğin, duygunun, bilginin, faziletin sesi kesilir. ‘Seni parmaklarımdan süt içmeye çağırıyorum karayılan karayılan.’ diyen şiirler yazılmaz. O sesler çıkmazsa, yeni bir Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Nazım Hikmet, Said-i Kürdi, Kemal Tahir, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil olmaz.. Global oligarşinin kapı kulu, orta zekalı omurgasızlar türer.”.
Tüm endişelerim, kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi çullandı üstüme ve seneyi doldurmadan Taksim Gezi Parkı’nda buldum kendimi, kafamda susturamadığım Pink Floyd’un “Keşke Burada Olsaydın“ şarkısı: “Ve sattın mı savaştaki yürüme rolünü, bir kafeste başrol oynamaya? Ah nasıl isterdim, nasıl dilerdim burada olmanı.”
Tek yönlü bir biletle ABD hicretimden ana vatanıma döndüğümde, kadim dostum Dr. Altay Ünaltay şöyle demişti: “Sahabeler dönemi biterken gurbete gittin, Emeviler döneminde döndün Efe.“ Bu sözün beni kavraması uzun sürmedi. Ülkemin insanlarının, adalet ve huzur açısından, bırakın Emeviler sultasını, Kemalist rejime rahmet okutan bir sürece duçar olduğuna şahit olmam da öyle.
Pek çoğuyla birlikte cuma namazları (ve eylemleri) yaptığım insanlar, ülkemde kamu iradesini devralmışlardı ama onca sene boyunca yükselen ve derinleşen adalet, kardeşlik, vefa, Müslümanca değerler, infak, tasadduk değil; hırs, acımasızlık, sevgisizlik, kıskançlık, günü kurtarma, torpil ve nifak olmuştu. Eskiye abdest aldıran bu Yeni Türkiye’de camiler, daha önce hiç olmadığı kadar devletin ve iktidar sahiplerinin egemenliğindeydi. Camilerimiz daha önce hiç bu kadar devletçi olmamıştı. İmamlarımız, hocalarımız daha önce hiç bu kadar kirli siyasetin uzantısı, konjonktürün megafonu olmamıştı. Polisin sıktığı gazlardan kaçan gençlerin bile sığınamayacağı devlet dairelerine döndürülmüştü camilerimiz.
Pek çok arkadaşımın, kira ve çay parasını garanti, dövemediği zorbaları dövebileceğine ikna eden orta zekalı bir tatlı su kurnazının önünde ceketlerini iliklemeye razı olduklarını gördüm. Okur-yazar yoldaşlarımın cehalet ve ahlaksızlığı yüceltirken, bilgi, emek, inanç ve haysiyeti döven bir tuğyan düzeninin paspası olmaya kadar alçalmaya razı olduklarını gördüm; yeni doğmuş çocuklara kelepçe taktıklarını.
Kanat çırpıntısı dünyanın diğer ucunda fırtına koparan kelebekten emin değilim ama, şuracıkta, Gezi’de, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de, Suruç’da dökülmesine rıza gösterdikleri kanın nargile kafelerin camlarına çarpıp durduğunu gördüm, oysa oralı olduğumuzu görmedim.
Sanki gizli bir el, en ahlaksız, en çıkarcı, en bencil, en sinsi, en müfrit yanlarımızı bulup tetiklemiş, yükseltmiş, ödüllendirmiş, çoğaltıp bütün ülkeye yaymıştı. Sanki gizli bir el, memur olmaktan başka hiçbir şeye inanma kabiliyeti olmayan, sorumluluğu ve tutarlılığı makam arabasından ibaret küçük adamları tek tek bulup tahkim etmişti. Ve sonuçları her yerdeydi. Zulüm bizdendi ve Allah’ın adıyla copluyor, Kur’an okuyarak yağmalıyordu. VIP bölümü olan camiler, camilerden yüksek gökdelenler, başörtüsü modaları, bir zamanlar yarım ekmeği paylaşanlardan şimdi insanları geçimleriyle hizada tutmaya çalışan “müstekbir”ler türemişti. İnandığımız her şey, emanet aldıkları kamu sorumluluğunu istismar eden bir iktidarın paspası edilmişti. Türkiye’de zulüm hiç bu kadar zalim olmuş muydu acaba diye düşünür olmuştum.
Kendilerini Müslüman hatta İslamcı diye şişinerek tanımlayan, dumursuz, umarsız, lümpen bir şarlatanlar sınıfı türemişti. Geçenlerde vaktiyle yazıp yayınlamaktan hicap ettiğim bir yazı taslağı buldum. Bu kitap bir şehadet etme kitabı olsun diye düşündüğümden, o duyguları da buraya iliştirmek istiyorum:
Ne güzel hayatınız! Ne güzel dertleriniz var. TV programlarınız, belediye konferanslarınız, imza günleriniz, panelleriniz, janti ceketleriniz, yarım ay gözlükleriniz, envai şaralop ulefeleriniz ama ne güzel dertleriniz var.
Üşüyen aç çocuklarının eline saç kurutma makinasını tutuşturup yan odada intihar eden kadın var bizde ama siz toplumsal cinsiyet kavramının bizim kültürümüze ne kadar uymadığını ne güzel ispatlıyorsunuz!
Kurşunlanan başörtülü Taybet Ana çocuklarının gözü önünde sokakta can verir, cenazesi 7 gün kalır o sokakta ama siz ne güzel anlatıyorsunuz komşuluk ve mahalle geleneğimizi. Mevlana’nın Şems’in yalan haberine hırkasını vermesini. Kierkegaard, Heidegger, modernizm ne kötü be birader!
Domates, süt, soğan, Emperyalistler için, hatta Tuğyan için taşeronluğunu yaptığınız savaşlara babasını gönderip öldürttüğünüz, babasının tabutunun başında promosyon anahtarları salladığınız bir yetimin aç ya da tok yatması arasında fark olmaz sizin için. Bunlar günü birlik popülist mevzular, tenezzül etmezsiniz. İnsanın anlam arayışına tercüme metinlerden toparladığınız kavramlarla ne kadar ali ne kadar berisiniz! Ne güzel çakıyorsunuz muhalefete öyle satır aralarında, opsiyonları açık tutuşunuz, kendinize tanıdığınız şanslar ne güzel! TRT’de dizileriniz, Mümtahine Suresi’nden paylaştığınız ayetler ne güzel.
Ne güzel hayatınız. Müstağni ve müstekbir tebessümleriniz ne güzel! Hakikati bulmuş bir dervişin tebessümünü öğrenmiş köpekler gibi güzelsiniz. Öyle rindane, öyle dervişane ki cümleleriniz, her batna cilasınız, hiçbir sadra şifa olmasanız da!
Aşere-i Mübeşşere sizin kadar huzurlu, sizin kadar mutlu olmadı. Hiçbir Müslüman sizin kadar aşermedi saray paspaslarına, sizin kadar ayar vermedi beşere.
Köpekliğiniz ne güzel, alçaklığınız ne yüce, arsızlığınız ne İslami, sağırlığınız gürül gürül.
Gazze bombalanırken, bir sabah namazında İsrail elçiliği önünde toplanan eylemcilere bakmış ve “25 kişi” demiştim, “25 küçük karınca…” Şu haberi okuduğumda Ensar, Muhacir, Medine kavramlarını sık sık düşündüğüm bir gündü: “Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da Müslüman Uygur Halkına uygulanan soykırıma dikkat çekmek için Çin Büyükelçiliği önündeki eyleme katılmak isteyen Uygurların kaldıkları otel, polis tarafından kuşatılarak çıkmalarına izin verilmedi. İstanbul’dan, Kayseri’den ve Konya’dan Ankara’daki eyleme gelen 24 Uygur, polis tarafından Ankara otogarında otobüse bindirilerek zorla geri gönderildi.”
Bir yandan her şeyi ümmet davası için yaptığını, İslam’ın önderi olduğunu iddia ediyor ve bu iddiayı medyayla, itiraz edenlere kafir hain muamelesi yapmaktan ve linç kampanyaları yürütmekten çekinmeyen gönüllüleriyle, hatta ilahiyatçılarla, diyanetle, kendine âlim diyenlerle, âlim/hoca sayılanların kahir ekseriyetiyle dikte ediyor. Öte yandan meselesi olan Müslümanların lanetlediği ne varsa yapıyor, kahrettiği kim varsa onlarla iş tutmakta beis görmüyor. İkiyüzlü, çatal dilli, beyinleri dumura uğratan, aklı ve ahlakı felç eden bir kültür ve dil üretiyor ve bunu bütün ülkeye, tüm imkanlarıyla aralıksız boca ediyor. Çocukları, kadınları, delikanlıları, ağaçları, toprağı inciten, kıran, yok eden hoyratlığın, yalanın, kibrin, ikiyüzlülüğün bu kadar Müslümanca konuşmasına nasıl razı olabiliriz?
“Zincirler kırılacak, Ayasofya açılacak!” diye yürüyüşler yapanlar, kendilerine zincirleri kıracak gücü veren halkın mutlak çoğunluğunu sefalete, açlığa, çaresizliğe, gelecek korkusuna mahkum ettiler. Makbul görmedikleri Müslümanlar dahil, itiraz eden, hatta eder gibi görünen her sesi zincire vuranlar oldular; nasıl?
Egemen köşeleri tutanlar, öldürülen, coplanan, yaralanan, sakat bırakılan, devlet başkanına hakaret iddiasıyla tutuklanan çocukları ya görmezden geldi ya da “Çocukları kalkan olarak kullanıyorlar.” diyerek adeta İsrail’in cinayetlerini meşrulaştırmakla görevli medya megafonlarının üslubunu benimseyip, kalemlerini kana bandırarak ülkeye cehalet pompaladılar. Güvenli sitelere kapağı atmış muhafazakâr ailelerin sokaktan kopuk çocukları, riyakâr bir hayatın sahte değerleriyle nihilistleşirken; ülkenin dert sahibi çocukları, masum çocuklar, şiddetten başka hiçbir şekilde seslerini duyuramayacakları bir karanlığa mahkûm edildiler. Kamplaşma ve cehaletten beslenen ve her geçen gün kalpleri biraz daha kararan, biraz daha zalimleşen canavarlara dönüştü bizim dediğimiz her örgütlü irade.
İstediğimiz dünyayı inşa etmek, bedelini yiğitçe ödemek yerine tarihin sonunun geldiğini ilan eden sistem, sözümüzün gücünü hissettiğinde bize Türkiye’de sitemin taşeronluğunu bağışladı. Dar’ün Nedve’ye üyelik. Bağışı kabul ettik. Tek gücümüz sözümüzdü. Hak etmediğimizi almaya ödediğimiz bedel, hak etmenin kendisi oldu. Sistemin ayakları dibine serdik sözümüzü ve yıkmaya ahdettiğimiz merdivenleri tırmanmayı seçtik. Her basamakta biraz daha kokuşarak. Sistem yeniden tahkim etti kendini. Bizimle. Dilediği yerinde mahallemizin, dilediğini öldürme, dilediğini hayatta bırakma kudretini yeniden kazandırdık ona. Basamakların dibinde bıraktığımız ahdimize bir tabut biçti iktidarını bizimle paylaşan sistem. Ve İslamcılığın öldüğünü de ilan etti.
Kolay yazabilen biri değilim ama bütün yazma yeteneğim ve tecrübem, sadece İslamcılığın tabutuna son çiviyi benim çakmama yarasa bile değer diye düşündüğüm günlere geldim. İslamcılığın öldüğünü ilan edenlerin de sözün ve fikrin son fahişeleri olduğunu gördüm. Onlar yaşadıkça, ben çekicimi elimden geldiğince sadece merdivenlere vurmaya devam etmek istiyorum ama korkarım, merdiveni yıkan biz olmayacağız. Üstümüze yıkılacak o içi çürümüş kahpe, ‘Yol açıp başına taç diktiğimiz piçler”iyle birlikte ve tercihlerimizin sayısı ikiye inmiş görünüyor: Altında kalıp kalmamak.
Oysa, Müslüman olmanın, İslam’ı merkeze almanın temel, ilk ve en önemli şartı Allah’ı birlemektir diye başlayan yazılar yazmak istedim. Ya da sormak: Allah’tan başkasına boyun eğmeyeceğimize tanıklık etmek, yani Kelime-i Şehadet ne demektir? Adam gibi ”La ilahe illallah” demenin içinde yaşadığımız ülke ve dünyada karşılığı nedir, neye tekabül eder? Zulümle, istikbarla, güce tapmakla yolunu, duruşunu, yaşayışını ayırmaya özen göstermeyenlerin, zulme uğrayanların yardımına koşmayanların takvası mı olur, numarası mı? Oysa Allah’ın teklif ettiği prensipleri esas almaya çalıştığımız müddetçe yaptıklarımız sisteme nasıl yarasın? Muhalefeti merkeze alanların dönüşümü Müslümanları zulme muhalif olmaktan alı mı koymalı? Merkeze “la ilahe illallah”ı almanın istikameti, kaçınılmaz olarak “çoğu gaflette” olan topluma aykırı olmak değil midir zaten? Eyleme dökülmeyen, hayatla yüzleşmeyen ve egemen olana, zulmün canlı tezahürlerine meydan okumayan ilkecilik, meydanı zulüm ve riyaya bırakmaz mı?
Allah’ın,“Sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en müttaki olanınızdır.” diyen kitabın Müslümanlarının, peygamberine bile önce kul sonra elçi demeyi inancın temeli yapmış Müslümanların tarihin en eşitlikçi dininden oligarşiler çıkarabilmesi, insanın neler yapabileceğinin en çarpıcı örneklerinden değil midir?
Oysa Allah demek ekmek demek değil midir, emeğin hakkı değil midir? Özgürlük, eşitlik demek, kim olurlarsa olsunlar (anne ve babamız dahi olsalar) zalimleri, tağutları, despotları, ekmeği çalanları, nimeti ifsad edenleri reddetmek değil midir? Ayrıcalık ve imtiyazlarla korunmuş tüm makamları reddetmek değil midir? Allah demek yeryüzü herkesindir demek, adaleti herkes için üstün tutmak değil midir? Nasıl hak ederiz sözü yoksa?
Bu yazılar, İbrahim’i yakan ateşe, “safım belli olsun” diyerek su taşımak isteyen karıncalara, susmayı seçenlere, susmaya devam edenlere ve eski arkadaşlarıma, içlerinde bir yerde soluk almaya devam ettiğini ümit ettiğim dünkü hâllerine mektuplar da içeriyor.
Sadece 85 kişinin bütün dünyanın zenginliğinin yarısına sahip olduğu şu kokuşmuş piramit düzenine karşı insanın tüm yanlarını kuşatan bir inanç halkasını dikecek mahiyette değil midir İslam? Bu mahiyetten beslenen bir NİZAM TASAVVURUMUZ neden olmasın? Piramidin karşısına camiyi, halkayı, saf tutmayı neden dikemeyelim? Piramit hepimizi ya mücrim ya şizofren ya hijyenik meditasyon ve evren enerjisiyle kendi hacetinde boncuk arayan spiritüalist ya nihilist ya da hadım etmek istiyor. Ya Allah’a inanmayan Müslümanlar olmamızı ya da mazlumlara dinini, mezhebini, cinsiyetini ya da ırkını soran münafıklar olmamızı istiyor.
“Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar.” der Allah’ın bize vahyi. Nedir güzel söz diye sorduğumda, “İyilikte birleştiren, kötülüğe direnen, zulme karşı birleştiren sözdür o, Emr-i bil ma’ruf, nehyi ani’l münker.” demişti rahmetli hocası mahalle camimizin. Söze talip olanlar değil miyiz biz?
Kendimizi kandırmaya daha ne kadar devam edeceğiz? Suriye’de 15 Mart 2011’de çocukları için yürüyen halka ateş açmayı emperyalizm mi istedi? Kim istedi 14 yaşındaki çocuğu öldürüp, acılı annesini yuhalamamızı?
Gençliğimde mahallemizin sloganlarından biri İran Devrimi’nden ödünç alınmıştı: “Her yer Kerbela, her gün Aşura.“ Peygamber aleyhisselamın getirdiği özgürlük ve adalet mesajını, dünya malı biriktirmek için saptıranlara, hırs ve arzuların örgütlediği riya ve ihanete, insanlar üzerinde ilahlık taslayan düzenlere, zulüm ve şirk sarmalına karşı teyakkuz iştiyakımızın bir tezahürü idi. Ben öyle anlıyor, öyle hissediyordum. O sloganı atanların devletten daha devletçi, hatta Kemalistlerden daha Kemalist olabildiklerini gördüm.
İran’da Mehsa Emini’nin ölümünü ilk, bir İran Baharı üretmek isteyen, Suriye’yi paramparça ettiren aynı Şeytan ittifakı mı dünya sahnesine çıkardı, emin değilim. Ama işlerine yaradığı kesin, fırsatı ganimet bilip aynı köpürtme taktiklerini ve aktörlerini devreye soktukları da açık. Emin olduğum şu: 1986’dan beri halka zulmeden ahlak polisini onlar kurmadı, henüz ameliyattan çıkmış bir Kürt genç kadını, başörtüsünü düzgün giymediği için öldüresiye dövme emir veya yetkisini o şer ittifakı üretmedi.
Yani, duvarlarına sapan tutan Filistinli çocukların posterlerini asanların, kendilerine taş atan çocukları tereddütsüz öldürebildiği coğrafyamızda zulüm ilelebet payidar olacaktır. İsrailleşmenin egemen olmadığı bir tek İslam ülkesi var mı?
Halk adına hukuku korumak için halkı sokaklara davet edenler, aynı hukukun ırzına geçmek için “Ağaç kökü yesinler.” diyerek binlerce insanın ölüm fermanını verdiklerinde bir Şeytan ittifakı içinde olduklarından emin olabiliriz. Emin olabileceğimiz bir diğer gerçek ise şudur: Emperyalist güçler bunu böyle yapın demedi onlara.
Vatan gibidir hukuk, ya tüm vatandaşlar için vardır ya da zorbalığın kılıfı, zorbaların keyfinin kırbacıdır.
Saddam’ın heykelini indiren Iraklı pişman olmuşmuş. Saddam hayattayken onu indirselerdi, Saddam Enfal katliamları işlerken ayaklansaydılar nasıl olurdu hayatları? Yeter sayıda Iraklı daha adil bir ülke için, Saddam gibilere geçit vermeyen bir hukuk düzeni için örgütlenebilselerdi, yürüyebilselerdi, Saddam’ın indirilecek bir heykeli olur muydu bilmem ama çocuklarına yaşanmaya daha değer bir Irak bırakabilirlerdi, eminim. Saddam önce köpekliğini yaptığı sonra halkını korkuttuğu dış güçlerle bir Firavun düzeni kurabildiği için ondan sonrası kıyamet oldu. Tahammül edilen her baskı, örtbas edilen her hukuk ihlali, maslahatla pazarlanabilen her adaletsizlik, ses çıkarılmayan her küçük zulüm, her zaman daha büyük zulümler doğurur. Doğurdu. Sonra daha büyük zulümler. Bir sarmal, bir mustatil bu.
Belki tüm şarkıların tükendiği bu kavşakta, sırası gelmiş şarkımızı söyleyemeyeceğiz. Geç kaldık. Körpe, genç, masum solcu yaşıtlarımız kola şişelerini kanlarıyla doldurmaya zorlandığında, biz kürsülerden altın nesil hikâyeleri dinlemeyi seçtiğimizde kaçırdık o treni. Kürtlere dışkı yedirilirken biz başörtüsü kavgası vermekle yetindiğimizde kaçırdık o treni. Evet, başörtüsünü savunmamızdı belki sistemi gerileten ama kelimelerimizi temiz tutamadık, adil tutamadık. Taktik tercihlerimiz, esaslarımız hâline geldiğinde, kazanırken kaybediyorduk biz gibi şeyler yazdım kara suyun yüzüne.
Bu yazıların her biri, çaresizlerin çaresi Allah’a “Dilimdeki düğümü çöz” duasıyla başladı. Bu yazılar boğazıma düğümlenenleri yutkunamadığım anların tanığıdır.
Belki yaşlandıkça korkular biriktirdim ama “Barış Yurdu”nun kurtuluş mesajına inancımı kaybetmedim, hamdolsun. Sevmek kadar, aşk kadar her tür mihnete tahammül edecek bir gücü vardır inancın. Bu tahammülü, “âşıkın kemalatı” olarak terkip eden şairin dediği gibi: “Dar-ı dünya Kerbeladır her Hüseynî meşrebe!” Ama aklın ve adaletin rehberliğinden yoksun kaldığında, inancın bir o kadar da zalim olabileceği, sloganlarımızın bizden gizlediği bir hakikatti. Aklın, sorumluk ve adalet teyakkuzunun rehberliğini edinmeyen inancın parolaları kalmaz, kırmızı çizgileri kaybolur, haddini dizginleyemez olur, şirazesinden çıkar. Her eşikten geçebilir, Kudret Büyükcoşkun ağabeyimin tabiriyle, “etekleri kirlenmeden”, her şeye dönüşebilir. En çok da zıddına dönüşür.
Bu kitabın sonunda, sırası gelmiş ve söylememiz gereken şarkıya dair mırıldandıklarımı da bulacaksınız. İnsana, hayata, hayatın müziğine kulak vermeyen yabancılaşır, hikâyesini kaybeder, insanlığını kaybeder ve yapıp ettiği her şey gerçek hayatla, hakiki olanla çatışma içinde olur. İnsanla kalıcı bir bağ kuramaz. İktidar isteyen hayatın düşmanı olur, iktidar isteyenin ürettiği kültür hayatı dönüştüremez, zulmeder sadece o ve şarkımız onların kurbanlarında nefes alır, onlara direnişin yani çatıştıkları hayatın sesi olur. Güney Amerika’da fakir Asya’da, elleri çatlayarak kendi topraklarını ekip biçen, sonra da tüm hasadı gıda şirketlerinin kamyonlarına doldurup kendisi aç yatan çocuklarla yürümenin şarkısı o. Kuklanın değişmesini değil, devrimi istiyoruz, Kapitalizmin kahrolmasını istiyoruz diyen Amerikalı gençlerle söyleyebileceğimiz bir şarkı. Herkes için adaleti üstün tutanların şarkısı.
Bu yazılar zıddına dönüşmeden, ”azami öz saygı ve asgari tavizle”, tüm insanlar için Allah’a muhatap olma bilincinin yürümeye en çok değer yol olduğu inancımı koruyarak yaşamak arzusu ve doğduğum ülkeye duyduğum derin sevgiden ötürü yazıldılar demek istiyorum.
Bir kısmı, gurbetten dönmeye çalıştığım senelerde Türkiye’de yazıldı, bir kısmı hasretle yazıldı.
Kitabın yayına hazırlanmasına büyük emeği geçen sevgili dostum ve kardeşim Bedri Soylu’ya minnetle teşekkür etmeliyim. Eğer bu kitapta yer alan bazı cümlelerim karasuyun üstüne yazılıp kaybolmaktan kurtulduysa, bu, Bedri kardeşimin emeği ve bir gün bizim hikâyelerimizi yazacağından emin olduğum sevgili kardeşim Mustafa Emin Büyükcoşkun’un teşvikleri sayesinde oldu.
“Ölüm yabancı bir alemde bir geceyse bile,
Tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle.”
– Yahya Kemal Beyatlı
Mehmet Efe
19 Nisan 2023, Los Angeles
İnançlı olan insanların vicdanlı olmadığı inancını kırabilecek güçte güzel kaleme alınmış bir önsöz.Ülkemizdeki ülküsüz inançlı gözüken güruhun okması şart olan bir anlatım, teşekkürler. Yüreğinize sağlık…