(28 Şubat sürecinde, Refah-Yol hükumeti sırasında yayınlanan son yazılardan)
Mideme kramplar giriyor.
Bana bu kadar keskin olma diyorsun. Biraz uyumlu ol, biraz dolaylı, biraz akıllı ol diyorsun. Bir şebekeye dahil ol.
Ama ben bu ciğeri yiyemem. Midem biraz tuhaf olabilir ama böyle.
Bu ciğere beş para veremem. Verebileceklerimi bu ciğer karşılayamaz.
Uzanamadığım için değil, görüntüsü ve kokusu midemi bulandırdığı için.
Bu ciğer gürbüz ama çocuk emziren göğüsleri pelteye çevirerek kanla besleniyor, bu ciğer gerçek ama yalanla besleniyor. Açlıkla, sürgünle, karanlıkla, ihanetle, fesatla, savunmasız bırakarak. Herşeyi dolayıma alıp çöplüğe çeviriyor, metaforlar kedilere yol açıyor. Ciğerin yediğini görüyorum kedileri, kediler van kedisi, gözleri iki renkli; kediler siyam kedisi ikiyüzlü kediler. Metaforlar zehirlerken sokak kedilerini; tilkiler, sırtlanlar, aşılı kediler şebekeler halinde kurdun ciğerine akıyor, Mideme kramplar giriyor. Ben bu ciğere kurtların ciğeri diyorum. Kurtları görüyorum, omuzlarında akbabalar, kartalları tutsak etmiş ciğeri parlatıyorlar. Tükürüyorum.
Yalana yalan diyorum, şarlatana şarlatan. Düzenbaz diyorum düzenbaza, zalime zalim diyorum; copa cop süngüye süngü, açlığa açlık, ahlaksızlığa ahlaksızlık diyorum.
Tükrüğümü büyütüyorum.
Şeytan’ın sarayında hummalı bir çalışma var. Humma bulaşmasın diye uzaktan izliyorum. Ortaya açılıyor mühürler ve dosyalar. Şu son obsiyonu bir görelim diyorlar. Epeydir uslanmış görünüyor.
Ve seni görüyorum sarayın merdivenlerinde Halılara huşuyla basıyorsun. Bir telsiz dileniyorsun, Allah rızası için bir telsiz! Allah’ın parmağı yok ki gözüne soksun. Teşkilatın üyesi değil ki nereye adamım diye sorsun.
Allah bize çalışıyor diyorsun.
Allah’ın Şeytan’ı da kuşattığını biliyorsun.
Allah’ın adıyla büyüttün komplekslerini.
Sen sarayın ışıklarını ne sanıyorsun?
Gözlerinde yansıyan pırıltılar ayaklarını dolaştırdı. Geçtiğin, dokunduğun her yere yansıyorsun. Tanıdığın herkese bulaştırıyorsun.
Bulaştırdıkların da kuşatıyor seni. Telaşla paldır küldür koşmandan belli.
Besbelli seni kuşatacakları.
Şeytan seni dansa kaldıracak adamım. Bırakacaksın bu ayaklan.
‘Büyük Şeytan’ okşuyor komplekslerini.
“Benim huysuz çocuğum, rahatla” diyor.
“Bak ben sana terlik pabuç alacağım. Seni ihmal eder miyim?
Uydular ve bizim çocuklar şort’unun dialarını getirdiler.
Yeteneklisin, potansiyelin iyi ama biliyorsun yeterli gücün yok
Biz herkesle iş yaparız. Potansiyelin iyi…
Hadi biraz çalış bakalım. Biraz temizlik yap. Her sabah şu müshilden bir tane al.”
Adliye sarayını yeşile boyuyorlar. Hakiyle yeşilin randevusu var. Sarayın bodrumunda açlık grevleri, tecavüz, manyeto ve tazyikli su. Ölü ele geçirilmiş bir bedenden çuvala doldurulup imha edilmiş gözaltı kayıpları. Ama yeşile boyuyorlar adalet terazisini. Terazinin kefelerinde onur ve ayrıcalık. Bağımsızlık ve squash!
“Herşeyin bir zamanı ve herkesin bir sırası var çocuğum. Şimdi sıra sende, ne istiyorsun.”
“Değişim istiyorum!”
“Demek güç istiyorsun çocuğum. Al şu telsizi, mandala bas talimat ver.”
“Adalet istiyorum!”
“Sen de beğeniyor müsün adalet hanımı? Merak etme teraziyi sentetik olarak ürettik. Kolay kolay yırtılmaz. Al bir kez de sen ırzına geç. Hevesini al çocuğum.”
”Güvenlik istiyorum!”
“Çekiç seni bekliyor çocuğum, kafanı geçir şurdan. Bir baltaya olmadıysan bir çekice sap oldun, öpüp başına koy çocuğum.
Bak Avrupa’ya, İranla aranı açmaya çalışıyor. Senden iyi asker olur biliyorlar çocuğum.
Mıntıkayı temizle yavrum. Lojistik hazırla. Köylü milletin efendisi değil mi çocuğum, onun mübarek ellerine çapa ne gerek, kalaşnikof daha iyi yakışmaz mı çocuğum. Köylülerini geri çağır, kadınlar lojistik için çalışsın, erkekler korucu olsun. Köylüye kalaşnikof; sana kolalı gömlek, makam otosu, yanar döner ışık, Cuma vakitlerinde sarayda hutbe yayını da yaptın mı sandık emrine amade, daha ne istersin çocuğum?
Yâlnız Atatürkçülere dikkat et çocuğum. Meclisin Kuva-i Milliye tarafından kurulduğundan dem vurabilirler. Ne de olsa Avrupa bizden daha eski buralarda. De ki öyleyse biz neden savaşı Yunanlılarla yaptık da barışı İngilizlerle yaptık?
Ama aynı gemideyiz çocuğum, biraz asbestin zararı olmaz, çalış. Herşeyin bir bedeli var. Bugün bana biraz daha fazla yarın sana. Kazancını biriktirirsin, tâhkimat yaparsın, kadrolar filan…”
Kulaklarıma kramplar giriyor.
Gördüklerime inanamıyorum.
Ödediğin bedele inanamıyorum, inanamıyorum.
Yakında sıranı savarsın adamım. Tokmak başına geçer, boynun bükülür.
Önüne atılmış telsiz parçalarıyla, sana kondurdukları kuşatılmış konaklarda, sıkıntıdan patlayacaksın.
Komplekslerin de terk edecek seni.
İftar baloları saygı duruşları, resepsiyon, limuzin. Kütüphanenin raflarında telaşla bir şeyler arayacaksın. İnfak, tasadduk, sâlih amel, adil, milli gibi okuyacak birşeyler,
Tozlar silmiş olacak yazılan. Faiz, repo ve kaynak olacak son sözcüklerin.
Ve saray yeniden yakacak ışıklarını.
Seni iyi tanırım.
Acılarım ve hınçlarım üstüne kurduklarını. Ellerine topladığın potansiyeli, merdivenleri çıkaran çarkıfeleği, tam otuz yıl yüreğimde emzirdim.
Yüreğime kramplar giriyor.
Ele geçirdiğini sandığın, kolunu alacak.
Elini uzak tut benden.
Birşey istemem senden adamım.
Seni azlediyorum.
Çığlığa çığlık diyorum, zorbalığa zorbalık. İkiyüzlülüğe ikiyüzlülük adamım.
Ve yüreğimden emerek yükselttiğin yaltağa Sâmiri’nin buzağısı diyorum.
Boyun eğen, tevil eden, kırılan kolu yen içinde gizleyen günlerime kahrediyorum.
Dersimi alıyorum adamım, üstü kalsın.
Üstü kalsın objektif, provokatif, reaktif, acilci…Üstü kalsın istihbarat, bakanlık, müdürlük, cezaevleri.
Umuda, umut diyorum, hayale aşk diyorum. Ben “ajitatif” çiçeği aramaya devam ediyorum.
Firavunun sarayını yeşile boyuyorlar
Musa’dan kalan fundamentalist kalemimi biliyorum.
Allah’tan başka ilah yok diyorum, Allah’ın adıyla dikilmiş de olsa…
Hasbinallah ve ni’mel vekil!
(21 Temmuz, 1996, haftalık Ülke dergisinde, “Amerikan Elçisi Meclis Başkanı Olsun!” başlığıyla yayınlanmıştı.)
Peki ya herkes hayatından memnunsa? Ya artık hayat kırlarda koşmak yerine, dev kulelerde, site bloklarnda büyümeye mecbur makine çocuklara kalmışsa? Sonra değişen dünyada duygusallara ayrılmış yaşam alanı var mı? Kimse sınırlarını bilmiyor. Nefsini tanımıyor. Kullukla tamin olmuyorlar. Kırılan kolu doktora göstermek lazım efendim. İçerde saklayınca iyileşmiyor. Sonra daha büyük yaralar açıyor. Firavunun saraylarına koşarak gidiyor İsrailoğulları. Cellatlarına susamış bir aşkla bağlanıyorlar. Sonra bütün suçu yahudiye yıkıveriyorlar. Herkes hayatndan memnun. Kimse Rabbinin muradını sorgulamıyor.
Tam 20 yıl önce o gün okudum ve hala bende saklı..
Arkadaşım, şimdi o saraylar yıkılıp yenileri yapılırken ve allah yine onların yanındayken, bu halkın beyni ve vicdanı tecavüze uğramışken, müesses nizamı yıkıp kendi nizamını kurmak için millet kırdırılıyorken ne yapmalı?
Teşhis koymak artık kolay, tedavi bulunabildi mi?