Modern sosyolojide popüler bir sosyal teori var: “Six Degrees of Separation” (“Uzaklığın Altı Derecesi”). Teoriye göre, dünyadaki her bir insan, bir diğer insandan sadece altı adım, altı derece veya altı ilişki uzaklıktadır. Yani şu anda bir yerde birine işkence eden bir psikopatla veya İzmir’de hırsızlık değil mendil satmaya çalıştığı için esnafın linç ettiği Suriye’li çocukla veya onu linç eden esnafla benim aramda en fazla altı sosyal adım var. Cumhurbaşkanının “onlar da bu ülkenin vatandaşı değil mi?” diye sorduğu kendi çocukları ile de. Obama’nın kızıyla da.
20 Temmuz günü Suruç’ta olanları duyduğumda, bir sürü bilgi, haber, cümle uçuştu gözlerimin, telefonumun, bilgisayarımın ekranından. Ama dimağıma çakılı kalan ilk gerçek şu oldu, ilk göz ağrım kızımla aynı yaştaymışlar.
Her birinden en fazla altı derece uzakta olduğum bu çocuklar, ülkenin hemen hemen her parçasından gelerek, üyesi oldukları bir partinin çatısı altında, son zamanlarda dozu arttırılarak üstümüze boca edilen kin ve nefret bombardımanına biraz geri adım attırmak üzere organize olup Kobane’ye doğru yola çıkmışlar. Yapay sınırı geçmeden önceki son durakta, bir kültür merkezi önünde toplanmışlar. Ekranımda kocaman bir afişi elleriyle tutan gençler var. “Birlikte savunduk, birlikte inşa ediyoruz” diye yazıyor üstünde. Ne güzel diyorum, inşa edecekleri sadece Kobani olmayacak; ‘inşa’ ve ‘birlikte’ye ne kadar muhtacız! Birlikte ne güzel bir kelime. Seslerini duyuyorum gençlerin, bir ağızdan slogan atıyorlar, tam anlayamıyorum, (“tarihten…” “direne” mi o kelime?..) “yürüyoruz zafere!” diye bitiyor sloganları. Şarkı söyleseler, halay çekseler daha iyi olmaz mı diye düşünüyorum. Kaç derece uzaktalar acaba slogandan kendileri gibi gençlerle savaşmaya diye düşünüyorum ürpererek. İşte o anda, aniden, o afiş ve çevresindeki gençlerin ortasında bir ateş topu patlıyor. Dimağım birdenbire çağrışımlar düzeyinden dehşet derecesine tırmanıyor ve şaşakalıyor orda. Defalarca bakıyorum aynı görüntülere sonra, sloganları bile devam etsin istiyorum, o aniden kursaklarında kalışı boğazımı düğümlüyor. Tekrar izlediğimde farklı bir şey olacakmış gibi seyrediyorum, patlama anından önceki saniyeler hep farklı geliyor, daha uzuyor gibi, ama kaç kere izlersem izleyeyim, ben sloganı tam duyamadan geliyor o lanet olası ateş, o soluk kesen patlama.
Bomba da bir gençmiş diyor haberler. 20 yaşındaymış, Diyarbakır bombacısı gibiymiş. Öyleyse, patlayan bomba kadar, bombanın parçaladığı genç hayatlar kadar, dimağıma hücum eden bir dehşet daha var burada. Bir genç yanı başında duran, seslerini, kokularını duyduğu, tenlerini hissettiği diğer gençleri, kendi hayatıyla birlikte nasıl paramparça edecek noktaya geldi? Kaç adımda vardı bir şarkıya eşlik eden sayısız hayal ve arzuyla dolu bir çocuk olmaktan bir ölüm makinesine indirgenmeye? Kimler nasıl kurdu bunları? Kurucular kaç adımda dönüştüler, çocuklarıyla piknik yapan babalardan, çocuklar parçalayan ifritlere?
Sonra katliamdan bir gün sonra, önümde, bilgisayarımın ekranında, otuz fotoğrafı bir araya getiren bir fotoğrafa bakar buldum kendimi. Dört çarpı sekiz kare. Her satırda sekiz tane yüz. Son satırda altı tane. Birer karanfil koymuşlar diğer iki kareye. Yüzlerini ayırt etmeye çalışıyorum. Soldan sağa bir. İki. Ortada kına rengi bir saç, şunun elindeki afiş ne diyor? Yüzlerinden alamıyorum gözümü. Keşke tek tek ayrı ayrı bakabilsem diye düşünüyorum. Böyle çok küçükler, hepsi bir arada, hangisinin yüzünü ayırt etmeye çalışacağımı şaşırıyorum.
Tek tek hayal etmeye çalışıyorum her birinin hayatını, kişiliğini, ne veya kim olabileceklerini.. Çünkü ve belki aslında, yitirdiklerimi anlamaya çalışıyorum, onların yitirdiklerini anlayabileceğimi sanmak, ne kalpsiz bir iddia olurdu!
Yaşamını yitirmek nedir gerçekten? Yaşamları, kaybedilen bir şey miydi? Bir kaybeden var elbet diyorum kendi kendime: Ben. Hiçbiriyle bir daha karşılaşamayacağım, dokunamayacağız birbirimizin hayatlarına. Yaşamları hurdahaş edilmeseydi, onların ve onların dokunduğu hayatların ve onların çocuklarının ve çocuklarının çocuklarının… yapabilecekleri her şeyden mahrum kaldım. Çocuklarım da mahrum kaldı. 30 yaşamı yitiren benim ve çocuklarım ve çocuklarımın çocukları ve ülkem ve dünya…
Bu öğretmen olurdu diyorum, şunun muzip gülüşünden belli şakacının biri, şu da Jack London’un boksör hikayesindeki adam, herkes devrim ve değişim sloganları atarken sessizce dinleyip onlara yemek filan yapan adam bu. Asıl devrimci o halbuki. Şu bir baba belli ki. Gurur duymuş çocuğundan. Şu kız benim oğlumun tipi, o da müziğe meraklı kesin. Keman filan çalıyordur. Oğlumun aşkını mı öldürdüler? Şunun saçına gösterdiği özenden belli, artis olurdu. Belli de olmaz, tanıdığım en iyi doktor da çok yakışıklı adam. İkinci satır soldan sağa ilk, bu kız Sosyolog. Batılılara bizim az gelişmişliğimizi pazarlayan raporlar yazmazdı bu. Çok fettan belli. Gider onların toplumlarını inceler, onlara ayna tutar, bizi de taklit etmekten vazgeçirirdi belki. Deniz Gezmişe benziyor şu delikanlı, üçüncü sıra soldan dördüncü. Onun kadar bile yaşamadı. Deniz Gezmiş yaşasaydı Amerikan üsleri olmayacaktı Türkiye’de belki de. Şunun gözlüklerinden, sakallarından belli bir kitap kurdu olduğu. Bir yazar olacaktı kesin. Dünyayı değiştirecek cümleyi o kuracaktı belki. Şu kesin şair, şu organizatör, şu mühendis, kesin Twitter’i batıracak “killer app”i yazacaktı, şu kesin avukat, şu da babasıyla küstür. Şu demeçler verecek, siyasetçi olacaktı, belki birleştirici siyasetin mümkün olduğunu gösterecekti. Şu başörtülü bir kız mı, kapüşonunu giymiş bir erkek mi belli değil. Üzerinde “emeğin” ve “mümkün” kelimeleri okunabilen bir pankart var elinde. Başörtülü bir kız ise “benim başörtülü bacım”, değilse benim emekten yola çıkıp mümküne varacak din kardeşim, belki de o tamir edecekti, veya an alt sıradaki ilk tebessüm; fıkıh uzmanı bir arkadaşımın ikizi gibi; işte o çocuk yaşasaydı inşa edecekti; bu ülkenin güce tapıcılar tarafından paramparça edilen toplumsal dokusunu, Müslüman olmanın güzel ve güzelleştiren bir şey olduğunu, utanılacak değil gurur duyulacak olduğunu o hatırlatacaktı tüm dünyaya belki. Ve Mâide Suresi’ndeki ayeti: “Bir cana kıyan, bütün insanları öldürmüş olur. Bir canı yaşatan, bütün insanları yaşatmış olur”.
Demirtaş açıklama yapmış: “En önemli konu, artık halkımız kendi güvenliğini almak durumunda” demiş. Cumhurbaşkanı açıklama yapmış: “Teröre karşı uluslararası bir işbirliği içinde mücadele verilmesi gerektiği ortadadır. Bunu yıllardır hep söylüyoruz.” demiş. Başbakan açıklama yapmış: “Zamanlaması manidar” demiş, “ortak bir deklarasyon”a çağırmış. Kandil açıklama yapmış. Halkı silahlanmaya çağırmış.
Hiçbiri hiç bir şey açıklamamış. Bir genç nasıl patlatır kendini, nasıl kıyar bunca cana, hayat nedir, doğmak, büyümek, hayal etmek, sevmek, kırılmak, bir şarkı yazmak, bir afiş boyamak, bir imza atmak, bir şeyi onarmak istemek nedir, açıklayamamışlar. Bir avuç ruhsuz, duygusuz, kalpsiz hatta kirli kelime fırlatmışlar çocukların yanık, parçalanmış, artık nefes almayan cansız, fersiz bedenleri üstüne.
Kınamışlar, taziye bildirmişler, lanetlemişler ama orda bırakmamışlar. Bir hesap eklemişler, bir dava gütmüşler, bir ima etmişler, bir matematik kurmuşlar. Bakmayalım gerçekten bakmayalım, görmeyelim istemişler sanki o fotoğrafları.
Ne olurdu, ölür müydünüz, nefesiniz kursağınızda mı kalırdı, sevdiğinize bir daha “selfie” gönderemez mi olurdunuz, bir daha açıklama yapamaz mı olurdunuz, ansızın paramparça mı olurdunuz mesela, açıklama yapmayı orada bıraksaydınız? Adam gibi üzülse, sonra sussaydınız? Bir daha asla olmaması için gerçekten parmak kıpırdatmaya harcasaydınız eklediğiniz cümlelere harcadığınız vakti, enerjiyi? Hatırlasaydınız önceki açıklamalarınızın, mesela Roboski’den, Diyarbakır’da patlayan bombalardan sonra yaptığınız açıklamaların, bu çocukların ölmesine engel olamadığını?
Bıraksanız hayatın değerini azaltan her şeyi, ölür müsünüz? Hayatta tuttuğunuz her hayatın, hayatınızı hayat kılan bir hayat olduğunu hatırlasanız; ölür müsünüz? Her genç bir insanlık fidanı değil mi?
Suruç’ta bombalanan sadece ülkemizin en güzel fidanlarından 33 can değil, en güzel sürgünlerimiz değil sadece; ülkemizin her yetinden gelip Kobane’ye uzanan bir gençlik köprüsü, bir barış bahçesi, Türklerle Kürtlerin ortak geleceği belki de değil mi?
Suruç’ta kaybettiğimiz canlarımızdan biri, Hukuk öğrencisi Nuray Koşan imiş. Bir gün önce, “Nereye Uçar Turnalar?” diye bir şarkı paylaşmış yavrum. “Kim götürdü bakışından ışığı, kim aldı gözlerinden onu? Kime söyledin derdini, kimi sevdin gizli gizli? Kimler uyandırdı içindeki kötü kırık türküleri?”
Bu şarkıyı öğrenmem için ölmen mi gerekiyordu çocuğum? Sana Allah rahmet etsin demeden önce, sen bize rahmettin, rahmeti kaybeden biziz demek istiyorum.
Kimdir yaşamını yitiren?
(Not: Bu yazı OT Dergi, Ağustos 2015 sayısında yayınlandı. Aslında bir şiir vermiştim. Sonra Suruç oldu. Sonra Ceylanpınar. Yaşasaydılar da yazamasaydım! )