“Size iyi rüyalar diliyoruz. Bize gelince, bizim meselemiz, önümüzdeki 24 saati,
azami özsaygı ve haysiyetle ve asgari tavizle yaşamayı becermek.”
(Prag Baharı sırasında Çek bir gencin Avrupalı devrimcilere cevabı)
“Peki, ne zaman değiştik böyle biz? Yavaş yavaş mı kancıklaştık,
baskına uğramış gibi birdenbire mi?” (Kemal Tahir / Yorgun Savaşçı)
Bir ülke, dönülmez noktaya nasıl varır? Nedametlerin işe yaramadığı, tövbelerin bile günahları arttırdığı noktaya?
Derneğinden dergisine, örgütünden ofisine, muhtarlığından sarayına; bulundukları odada bir zulüm, bir haksızlık, bir kötülük kararı alındığına şahit olanlar ertesi gün o kötülüğün sonuçlarıyla dolu bir hayatı adımlamaya nasıl devam ederler?
Savunmasız bırakılmış hayatları dehşetten dehşete sürükleyen cehennemin fotoğraflarının tüm ülkeye milli bayram kutlaması gibi yayıldığı; gerçek insanların gerçek acılarının pornografik detaylarla musluklardan akan su gibi tüketildiği; parçalanmış gövdelerin, sahillere vuran veya buzdolabında bekletilen cansız çocuk bedenlerinin bir mankenin iç çamaşırlarını gösteren fotoğraf kadar anlamlı hale düştüğü bu kaskatı arsızlığın eşiğine, harcın betonlaşma noktasına nasıl varır bir ülke? Çocukların uğradığı dehşeti bile mevzi hesaplar üstünden çarpıştıran bir vicdan çölüne nasıl döner? Arsızlığın ülkedeki hemen hemen her evin başköşesine oturduğu bir çarkı feleğe nasıl duçar olur bir ülke?
Eleştirilerin, itirazların, kınamaların, protestoların, bildirilerin, tepkilerin, isyanların hiç bir fark üretmediği; sadece zorbalığın daha arsızca kahkahalar atmasına yaradığı; tövbemizin bile günahımızı güçlendirdiği bu noktaya nasıl geldik?
Her insan nefrete, zulme, hırs ve şehvete olduğu kadar; sevmeye, merhamete, paylaşmaya ve adalete de kabilken; insan doğasına, vicdanına bu kadar ters bir kötülük sarmalı, her yeni nesilde nasıl artarak devam eder hale geldi bu ülkede?
Bu ülke, itirazı olan, omurgası ‘yaşken eğil’meyen, herkesin baktığı yerde görülmeyeni gören yani en güzel çocuklarını hep kurşunladığı, hapsettiği ya da çıldırttığı için mi denge kötülükten yana değişti? Güzel çocuklardan geriye kalanları da her gün yeni bir kötülüğe uyandırıp seçmeye zorladığı için mi; kurşun, hapis, çıldırmak ya da paspas olmak arasında?
Ya hafızası? Bu ülke tüm hafızasını yitirme noktasına nasıl geldi? On yıl değil, bir yıl değil, bir gün önceki kötülük ertesi gün unutulur oldu; iyilik akıllı telefonlarda tıklanan fotoğraflardan ibaret. Yüzlerce yılın derslerini dertlerini nesilden nesile aktaran destanlar, şarkılar, şiirler söylenmiyor artık; dualar öğretilmiyor. Hakiki yetenek, cevher çıkmıyor artık. Bilginin bu kadar erişilebilir olduğu ve cehaletin bu kadar yükseldiği bir dönem oldu mu tarihte? Olduysa bile helak edilen toplumlar dışında tüm dünyaya bu kadar çullanabildi mi hiç cehalet?
Zulüm, nobranlık, iki yüzlülük nasıl hem bu kadar suçlu ve bu kadar güçlü hale gelebildi bu ülkede?
Dönüm noktası ne idi? Aralarında bir terörist var bilgisiyle 34 genç masum hayatı savaş uçaklarıyla paramparça ettiklerinde mi varıldı o noktaya? Yüzde doksan bilmem kaçının Müslümanım dediği ülkede, yani 100 kişiyi taşıyan gemide 99 mücrim ve 1 tek masum varsa, o bir tek masumun hatırına o gemi batırılmaz diyen bir dinin mensupları, 34 genç hayatın paramparça edilişine seslerini çıkarmadıklarında mı vardık?
Komşusunun evindeki yangına benzin gönderenlerin kendi evlerini koruması mümkün mü?
Yalanlar gençlerin linç edilip öldürülmesi anlamına geldiğinde mi; tam o zaman mı aştık eşiği? Halkın baş vekili halkın itiraz edenlerine “hadi oradan size mi soracağım” dediğinde ne kadar mesafedeydik dönülmez noktaya? Şunlar ‘akademisyen değil hain’, onlar ‘hukukçu değil hain’, binlerce vatandaş ‘paralelci’, ötekiler ‘aydın değil karanlık karanlık’ olduğunda sadece günü birlik siyaset mi oluyordu ülkede?
Samsun Toki evlerinde boğulan 4 çocuğun hesabı sorulsaydı, Soma fıtrat, Afyon kaza, Ermenek kader olur muydu? İktidarın yere mıhlayıp tekmelediği acılı madenci Erdal Kocabıyık’ın yanında saf tutsaydık, bugün o madenci hem para hem hapis cezasına çarptırılabilir miydi?
Reyhanlı patlaması karanlıkta kalmaya devam edebildiği için mi, daha Diyadin’de çatışmaya sürülen askerlerin hesabını sormak aklımıza gelmeden Diyarbakır’da bombalar patladı? Hemen arkasından bu ülke Suruç’da bir araya gelen gençler havaya uçurulup 34 gencimiz katledildiğinde sadece izlemekle yetindiği için mi, kısa süre sonra Ankara’da verdiğimiz kurban sayısının 107’ye çıkması kaçınılmaz oldu? Yoksa her iki katliamın arasında devlet polis aracının arkasına ceset bağlayıp caddeler boyu sürüklediğinde ve sadece ‘ama Yasin Börü’ ya da “tüm dünyada yapılan rutin bir uygulama” cümleleri duyulabildiği için mi; yalanın yalanıyla, sahtenin sahteliğiyle kalıp pişkin pişkin sırıtmaya devam edebildiği noktaya vardık?
Ya Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur? Halk için savaştığını iddia edenler ve halkı temsil edenler, halkı iki ateş arasına aldığında, anne cesetleri günlerce sokak ortasında yattığında, yuvalar yerle bir edildiğinde akılsızlığı ve sorumsuzluğu alkışlayanlar ölüm sarmalının tırmanma hızına katkılarını görmeyecekleri noktaya çoktan varmışlar mıydı yoksa uyumadan önce akıllarına geliyor muydu hala?
Yasin Börü’yü komşuları kurtarsaydı, 12 yaşındaki Helin Şen sağ olmaz mıydı? Taybet Ana’nın cenazesini kaldırmayan zırhlı araçlar kahrolsaydı, aynı devlet insanların mahsur kaldığı bodrum tavanında delik açıp içeriye basılan benzinle 178 insanı ateşe verebilir miydi? Ancak DNA testiyle teşhis edilebilen ve ailelerine torbalar içinde teslim edilenleri protesto eylemine kim götürdü Mahmut Bulak adlı çocuğu ve kim infaz etti bilmiyorum ama o infaz anı mıydı dönülmez nokta yoksa beş dakika önce Amed Spor’un açtığı “Çocuklar Ölmesin Maça Gelsin” pankartı mı ilan etti o noktaya vardığımızı?
Ailelere cenaze diye küller, yanmış kemik parçaları teslim eden ülkenin bomba seslerine uyanmaması mümkün mü? Ya o aileler adına savaştığını iddia edenler? Çocukların ellerine silah tutuşturup barikatların gerisinde bir orduyla savaşmalarını beklediklerinde mi vardılar dönülmez noktaya, duraklarda bekleyen masum insanları havaya uçurduklarında mı?
Sonra bir katliam daha. Sonra bir katliam daha…
Her bombadan sonra “gün birlik olma zamanı” dediler. Bir yıl içinde sayısız hayatı paramparça ederek patlayan sayısız bomba. Günün birlik zamanı olduğu onlarca gazetesi, sitesi, televizyonu, ajansı ve milli kanallardan manşet manşet, bangır bangır tekrarlandı. Ulufe uzmanları, temennah danışmanları, köşe olmuş ve köşesini korumaktan başka davası kalmamış yazarları, liste vekilleri, akredite akademisyenleri, soytarıları, ak-perestleri, tetikçileri, ak trolleri, pak troliçeleri, korkutulmuş sanatçıları, gönüllü megafonları, tatlı nargile mücahitleri koro halinde ekranlardan, köşelerinden, sitelerinden, sosyal medyalarından tekrarladılar: “Gün birlik olma zamanı, dua etme zamanı”.
Dicle kenarında parçalanan canların ahına bigane sokaklara dek geldi dayandı vahşet. Canlarımız gitmeye devam etti. Hayatın her günü mayın tarlasında yürümeye döndü ama şartları değiştirme gücündekiler istiflerini bozmadı. Tabutlarımızı saymaya, sloganlarını pompalamaya devam ettiler; kırk yılın savaş kiri, kan pıhtısı ve yalanlarıyla örülü, vıcık vıcık sloganlar. Lanetleyin dediler, safınızı belirleyin dediler, sorumluluğumuzu hatırlatıp teröre destek olmayın dediler. Eğilmeyeceğiz dediler, hak ve adalet dışında eğilmedikleri kimse kalmamış olanlar.
Gün birlik olma zamanı” dedi şartları değiştirme gücünde olanlar. Oysa bir önceki günden daha az nefret üretici, daha az nobran, daha kucaklayıcı olmadılar. Bugün, bir önceki günden daha merhametli, daha adaletli davranmadılar. Şimdi de “alışın” diyorlar.
Günün birlik olma zamanı olduğu nokta mıdır bir ülkenin dönülmez noktası?
Kimsenin takati kaldı mı artık soracak? Kiminle birlik olacağız? Bu günü atlatalım, bir gün daha egemen kalalım yarın nasıl olsa unutulur diyenleri haklı çıkarmak için mi birlik olacağız? “Ülke tehlikede, seçimden sonra eleştireceğiz” diye defalarca yalan söyleyen beslemelerle mi birlik olacağız? Sahte hesaplarla sosyal medyada küfür, iftira ve hakaret terörü estirenlerle mi; “ülkeyi mahvettiler” dedi diye kendi taraftarlarını bile İsrail uşağı, hain, paralel diye boğmaya çalışanlarla mı? Akademisyenlerin kanını içeceğini ilan eden mafya babalarıyla mı? Bankalarla mı, ihale yağmacılarıyla mı? “Ben halkım devlet kimdir?” sorusunu sorarken biber gazıyla nefesi kesilen Karadenizli Havva Ana ile Cengiz İnşaat nasıl birlik olacak? Bir yeryüzü cennetini bir inşaat şirketine maden kazdırmak için yağmalatmayı mümkün kılan noktada bir ülkenin birliği ne anlama gelir?
Cumhurvekili bir önceki Ankara katliamından sonra “gün birlik zamanı” derken, liste vekilleri mecliste insanları birbirini ihbar etmeye, fişlemeye, linç etmeye çağıran; ‘legal görünüm altında illegal faaliyet yapan yapılar’ şeklinde yeni bir suç tanımıyla askeri darbeleri geçen bir genelgeyi yayınlıyordu.
Yalanlara gerçek; hata ve hırslara “strateji; hırsızlıklara “iyi niyet”; sefahate “itibar”; kibir, nobranlık ve kabadayılığa “sağlam duruş”; tehditlere “dik duruş”; yargısız infazlara “adalet”; linç ve cadı avlarına “mücadele”; hukuk ihlallerine “millet iradesi”; itiraz edenleri sorgulayanları topyekûn hain ve düşman ilan edip hedef göstermeye ise “milletin iradesiyle saf tutmak” demek noktası nasıl bir noktadır bir ülke için?
1947’de Nüremberg’de savaş suçları davasının yanında farklı konulardaki suçların da görüldüğü bir dizi dava görülür. Davaların hukuk ihlalleri bir yana; bu davalardan biri, Nazi döneminde insan haklarını ihlal eden yasaları uygulayan hakimleri yargılayan ve “Hakimler Davası” olarak bilinen davadır. Hakimler Davasında müebbet hapse mahkum edilen Nazi dönemi hukuk adamı ve hakimi Ernst Janning, duruşmalar sırasında suçlu olduğunu kabul eder, hatta Aryan bir kadınla ilişki kurduğu iftirasıyla önüne getirilen bir Yahudiyi, “saf kanı kirletmek suçu”ndan ölüme mahkum ettiğini itiraf eder. Janning ve O’nu müebbet hapse çarptıran Amerika’lı hakim Dan Haywood arasında şöyle bir diyalog geçer:
Janning: “Verdiğiniz karar adildi fakat emin olun, Nazi hükumetinin ülkeyi nereye götürdüğünü, bu kadar çok insanın katledileceğini, işlerin o noktaya varacağını bilmiyorduk.”
Haywood: “İlk kez masum olduğunu bile bile bir insanı idama mahkum ettiğinizde o noktaya vardınız.”
Şimdi kaskatı oturmuş, bir yandan son Ankara katliamından gelen haberleri izlemeye çalışıyor, bir yanda zihnimdeki bu uğultuyu kağıda dökmeye çalışıyorum. Allah’ın “bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ayetini bir kez daha tekrarlıyorum kendi kendime ve usul usul anladığımı sanıyorum.
Anlıyorum ki, ilk kez bir masum hapsedildiğinde, ilk kez bir masum öldürüldüğünde tüm ülke öldürülmüştü. İlk kez bir tecavüz örtbas edildiğinde ülkenin tüm çocukları tecavüz edilir hale getirilmişti. Anlıyorum ki dönülmez nokta, hoş görülen ilk hukuk ihlalidir. Anlıyorum ki her hukuk ihlali, ilk ve en önemli hukuk ihlalidir. Hukuk kardeşim, vatan gibidir hukuk; ya herkes için vardır ya da sadece zorbalığın kırbacıdır.
İhtiyacımız olan bir mucize değildir, her birimizin sadece ‘önümüzdeki 24 saati, azami haysiyet ve asgari tavizle yaşamaya’ karar vermesi yeter. İnanıyorum ki o zaman ertesi gün bir melek inecek yaslı sokaklarımıza ve “ölenler boşuna ölmedi; insanlığınıza dönmeniz için Allah’tan yardım istemeye geldiler ve Allah onların hürmetine size merhamet etti!” diyecek.
Yaban ördekleri, donma noktasına erişmesin diye kışın göle nöbetleşe kanat vururlarmış. Herkesin her yerde suya vurabileceği bir kanat var.
Güzel tespitler…Allah razı olsun. . .Evet bir millet cehaletle, hukukunu bilmezse; ehl-i hamiyeti daha müstebid eder. Ne yazık ki başımıza gelenlerin en büyük sebebi, cehaletimiz…ve bizlerin said nursi gibi, malcolm gibi, el benna gibi, şeriati gibi yazmaktan ve dua etmekten daha fazlasını yapan muallimlere ihtiyacımız var..Ne yazık ki hicret yönü amerika değil de belki? mısır olan akifler, Ali ulviler yetişmiyor artık…
Benim sadece bir cümleye eleştirim olacak; ”denge kötülükten değişti”…Bizler 90 ‘ lı yılları g.doğuda yaşadık, 28 subatlari gördük, camilerde tefsir okuyan lise çocuklarının tutuklandigi zamanları yaşadık, tıp fakultesinde basortusunden dolayi linc edilenleri gorduk…kötülüğü tanımlamak gerekirse başımıza gelenler bizce daha kötü değil ama kötü, inşallah sizin gibi insaflı ve hakperest mütefekkir abilerimizle daha da güzel olacak… ”hem hayat desen ölümle bitmiyor. Korkma mehmet hocam, Allah korkmayın diyor. inanıyorsanız üstün olan sizsiniz”..:)
şiir gibi, bıçak gibi bir metin… yara-bere içindeyim… Allah razı olsun…
Emeğinize sağlık çok aydınlatıcı inşâAllah bizde aydınlanırız kendi cürmümuze düşeni yapsak da yeter. İNANÇ VE İMAN
Kalemine sağlık. Allah razı olsun. Allaha hamd olsun ki daha körelmeyen vicdanlar var.
Dünyada ve Ülkemizde yaşanan tüm olayları anlamak ve okumak ve doğru analiz edebilmek benim için zor.
Iyiki olayları gözlemleyip en güzel şekilde bizimle paylaşan SIZ varsiniz.
Turkiye’nin bir nebze dünyanin bazı yerlerinde yasanmakta olan gerçekleri acı
Allah razı olsun